Beyaz tülbentlilerin direnişi, faşizmin kabuğunu kırdı

- Deniz BİLGİN
1.3K views

Foto: JİNNEWS

Beyaz tülbentin hikayesi, kadim zamanlardan kalmadır. Kürdistan topraklarında herkesin bir beyaz tülbent hikayesi vardır belki. Benim aklımdaysa dağların tozunda eskimiş bir tülbent parçasının uzun yolculuğu var.

Uzun zaman önceydi. Bir milenyumun kapanışına az kalmıştı. Kuzey dağlarını adımlayan bir gerilla anlatmıştı. Masal gibi kalmış aklımda, gerçeğe çok benzeyen bir masal. 

Gözleri hep dağ zirvelerindeydi. O, gerillaya katıldığında annesi, kutsal ziyaretlerinin bulunduğu yerden bir taşı, beyaz tülbentinin bir parçasına sararak ona getirmiş. Avucuna sıkıştırmış ve “Bu taş topraklarımızın ruhudur. Ona inanırsan seni ve arkadaşlarını koruyacak” demiş. Gerilla, ‘İnanmıyorum ama hadi seni kırmayayım’ dercesine önce gülümsemiş, sonra tülbent parçasına sarılan taşı göğsünün üzerindeki cebine yerleştirmiş. Çok sonraları annesi o taşı avucuna sıkıştırdığında gülümsediğine utanmış ve uzun uzun düşünmüş. O da annesinin inancına inanmış. Yıllar yılı yanında sakladığı beyaz tülbent parçasını kutsal bir dua gibi yanında saklamış. Onunla dağları dolanmış, çatışmalara katılmış, aç susuz kalmış. Zaman tülbent parçasını eskitmiş, artık parçaları dökülür olmuş ama yine de yanından ayırmamıştı. Her zorluğu aştığında göğsündeki cebinden çıkarıp öpmüş ve yeniden yerine koymuştu. 

“Beyaz tülbent parçasına sarılan bir taş kuzeyinden güneyine bir ülkeyi taşır mı?” diye sormuştu ve cevabını yine kendisi vermişti. 

“Artık anlayabiliyordum taşıyabilirdi. O bir parça taş ülkeydi, işgalcilerin postalları altından kurtarılan ruhtu, direnişti. Onu hissedebildiğimde özüme yaklaşabildiğimi anlamıştım.” 

Anneye olan sevgi hep bakidir

Hakikatin en sade haliyle annelerin kalbinde saklı olduğunu düşünürüm. Kürdistan coğrafyasında bir dönem dünyaya gözlerini açanların ilk gördüğü insan, beyaz tülbentinin altından örgülü gece karası saçları omuzlarına dökülen o kadındı. Kır çiçeklerini renkli fistanlarında, kokusunu göğsünde taşırdı. Zamanın içinde ne kadar yol aldığımız önemli değil, annemize olan sevgi ve ihtiyacımız hep bakidir. O, her zaman insanlığımızda açılan yaralarımızı sarar. Hepimizin yeryüzündeki tek gerçek dostu, ne kötülükler yaşamış ya da yapmış olursak olalım, sığındığımızda geri çevirmeyecek tek ülkedir. 

Kürdistan topraklarında bin yıllardır ana gerçeği hakikati temsil ediyor. Sömürgecinin yüzyıllardır yok etmeye çalıştığı, ‘betonladık, bitirdik, yaktık, topraklara gömdük’ dediği hakikati. Beyaz tülbetli anneler, Kürdistan’ın yağmalanmak istenen belleğidir. 

Dahası çalınan suyunda, toprağında, tarihinde, madeninde, tahılında, şarkısında, şiirinde, yemeğinde, geleneğinde onun eli vardır. Bu yüzden halklardan çalınanlar üzerinden Türk devleti kurulduğunda, ilk yapılan şey, yerli halkları ‘gerici, cahil’ ilan etmesiydi. Sonrasında kanlı asimilasyon süreci başladı. Halkı, ‘size medeniyeti getireceğiz’ yalanı üzerinden öz kişiliğinden, değerinden uzaklaştırdı. Yaptıkları yollar, köprüler, dini mekanlar, devlet kurumları buna hizmet etmek içindi. Tabii ki ‘biz burayı yağmalamaya geldik’ diyemezlerdi. ‘Yol yapacağız, köprüler inşa edeceğiz, camiler, okullar kuracağız, size medeniyeti öğreteceğiz’ diyeceklerdi. Yanıltıcı tarih yazımı tam da burada başlıyordu. 

Beyaz tülbentin altındaki bilgelik

Kürdistan’daki yerli halkın dili, giysisi, taş evleri, gelenekleri, bir bütünen kültürü de ‘gerici’ damgası vurularak küçümsendi, aşağılandı. Okullarında belleğini çaldığı çocukları annelerine böyle yabancılaştırdı. Tülbent takan, şalvar giyinen ve anadilini konuşan gericiydi, ondan utanılması gerekti. 

Kürdistan’da yetişen çocukları, bir zamanlar beyaz tülbentli annelerinin yanında yürümekten utanmıştı, okuluna götürmemişti belki, arkadaşlarıyla tanıştırmamıştı. Tek geçerli yaşama, varolma seçeneği, sömürgecinin ‘üstün’ değerlerini esas almaktı. 

Polisin, gözaltına aldığı annelerin eğitim durumuna ‘cahil’ yazması da, bir dil alışkanlığı ya da hata değil. Bu, yüzyıldır sömürgecinin gerçek tutumudur, kibridir. Herkes de bilir ki okumakla ne cahillikten kurtulunur, ne de okuma-yazma bilmemekle cahil olunur. Ne cahil profesörler var Türkiye üniversitelerinde, devlet kurumlarında… Velhasıl bu başka bir yazının konusudur. 

Nihayetinde Kürt çocukları giriştikleri özgürlük mücadelesiyle kendi öz değerleriyle tanıştıkça, sömürgecinin kendisine zorla giydirdiği kişiliği, zorlu yollardan geçerek parçaladı. Beyaz tülbentli annesiyle yeniden buluştu. Yeniden sevdi onu, beyaz tülbentin altındaki bilgeliği gördü, fedakarlığı, ülke sevgisini… 

Annelerin, açlık grevinde direnen çocuklarını sahiplenişi de sömürgecinin kırılan son kabuğudur. Beyaz tülbentli annelerin sokaklarda sürüklenmek, incitilmek, gözaltına alınmak, tutuklanmak pahasına da olsa açlık grevi direnişindeki çocuklarını sahiplenmesi, en anlamlı buluşmadır. Sömürgeci sistemin kabuğunu kıran anne ile çocuğun kendi öz değerlerinde buluşmasıdır. Beyaz tülbent parçasına konulan taşın ruhudur yeniden zamana taşınan. 

Beyaz tülbent, yaşamın naif parçası

Direnmenin türlü biçimleri vardır. Faşizmin en karanlık zamanlarında dahi direnmenin bir yolu bulunur. Bazen normal zamanlara göre değerlendirsek, pek anlam yüklenmeyen ya da üzerinde pek düşünülmeyen şeyler bile direniş simgesi olabilir. Bazen bir söz, bazen bir eşya, bazen bir bakış… liste uzayıp gidebilir. 

Şimdi de beyaz tülbent… 

Kürtlerde beyaz tülbentin anlamı her zaman olmuştur. Bazen kavgaları durdurmuştur bazen de çok daha naif bir parçası olmuştur yaşamın. Bazen bir gülüştür. 

Annelerimiz utandıklarında, güldüklerinde, ağladıklarında o beyaz tülbentin kenarlarını kullanırlar. Bazen gözyaşlarını silerler, utangaç gülmelerinde ağızlarını kapatırlar onunla. 

Bazen onunla çocuklarının burnunu, gözyaşlarını silerler. 

Bazen kenarına değerli bir şeylerini koyup bağlarlar. 

Bazen ondan bir parçayı dileklerini yükleyip ağaç dallarına asarlar. 

Bazen içine kutsal parçalardan koyup sevdiklerini korusun diye onların kalbinin üzerine koyarlar… 

Anneyi hatırlamak…

Anneyi hatırlamak, yasaklı kavmin çocuklarına dair her şeyi hatırlamak demektir. Toprakları, çiçekleri, suları, şarkıları ve hüzünlü ağıtları, dağ başındaki yalnız ağaçları, tarihin  günümüze taşınan ince sızılarını, yaşlılarımızın yüzündeki yaşam çizgilerini ve çok şey anlatan bakışları, sırtımızı dayadığımız kayaları, rengarenk çiçeklerin kucakladığı kırları, güneşi, her zaman yakın olduğumuz yıldızları, kavak ağaçlarının rüzgarda salınışını, yalınayak çocukları ve sınırlarının dağlarla çizildiği yeryüzümüzün her detayını…

Beyaz tülbentin ve sahiplerinin kadim yolculuğu, yengi-yenilgi üzerine kurulu değildir. Artık yenildim dediği yerde, bahar güneşi gibi çiçekli kırlara doğan güneştir. Tüm tarihler boyunca anlamını koruyacaktır. Geçmişte olduğu gibi şimdi de işgalcinin karşısında direnen bir ruh olarak kalacaktır. 

Beyaz tülbent ile simgelenen analık kültürü, faşist sömürgeciye karşı her zaman bir direniş silahıdır.