Biri beni gözetlesin

- Güler YILDIZ
668 views

2Türkiye’de 15 Temmuz itibariyle yaşanan sürreal gelişmeler, tüm disiplinlerin alanlarını zorlayacak görüntü ve söylemlerle sindi hayatımıza. Belki de totaliter eğilimlere saplanıp kalmışlığımız üzerinden daha fazla dikkat ediyoruz olup bitenlere. Şiddettin her türlüsünün bir ahtapot gibi kollarına doladığı hayatlara ilişkin ortaya serilen kısa ve mahrem hikâyeler kova kova boca ediliyor belleğimize. Hiç tanımadığımız, sıradan ya da kendi çevresinde bilinen ama bizim karşılaşma, ortaklaşma alanlarımızın hemen hiç olmayacağı insanların öykülerine basarak yürüyüp gitmeye çalışıyoruz.

“Şeffaflık; hafifmeşreplik, mesafesizlik, tümden dışadönüklük ve gösteriş demektir” diyor Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi adlı kitabında. “Her şeyin her şeyle karşılaştırılmasını mümkün kılan paranın çıplaklığı ve müstehcenliği demektir” diye ekliyor. Kavganın ticari iktidardan siyasi iktidara doğru evrildiğini görüyor olmalıyız. Ancak amacı bu kadar açık olanın bu açıklığın herkesçe bilinmesini yeğlemek yerine, başkalarının açıklarını teşhir ederek kendini unutturma tasası taşıdığı da açık. Damadın maillerinde ortaya serilen kocaman bir fiyaskonun netliğidir mesela. Ama bu netliği karartacak daha büyük bir teşhiri savaş kararı alırlarken görüyoruz ve şaşırmıyoruz olup bitenlere. Şeffaflığın güç odaklarının ya da iktidarın daha alt sınıflar için kurduğu bir tuzak olduğunu anlamamız, baş döndürücü hızla yaşananların kronolojik sıralaması ile bağlı etkisine bakmamız yeterli olacaktır.

Gözetleme Kulesi

Peki, ne zaman başladı her şey? Yani hayatlarımızın en mahrem alanlarının perdesini bir kerede “eyyyttt” diyerek yırtıp atmamızın tarihçesi ne kadar eski? Hep vardı bu perdeleri yırtma, kendimizi başkalarının gözüne, gönlüne sunma hayali. Bir nefeste içiliveren kahvelerin o daracık fincanlarında yalan dolan eksik bilgiyi zaten fal sahibesi tamamlar düşüncesiyle anlatılan çizgilerden oluşan hayat hikayeleri Atıf Yılmaz filmleri gibiydi. Şişman bir kadın, uzun boylu bir adam, gidilmeyen yollara bakakalan aç hevesleri yaz bi kenara, en önemli fal repliğidir, fincanın tepesindeki iri çıban başı gibi göz: “Bir göz var üzerinde”! Nazar kabilinden edilmiş laf dahi olsa, vardır o göz üzerimizde. Olması da iyidir, denetler bizi bazen ve açık vermemek üzere hayatımızı denetlemeyi, kollamayı salık verir bize. Yoksa ohooo, açıldıkça açılır, daldıkça dalar, dağıldıkça dağılırız. Biri bizi gözetlesin ay, ne olcek canım yani! Çeki düzen iyidir. İşte bu hallerden duyulmayan rahatsızlık, perdelerin ara kalmış küçük bir yerinden bakakalınan karşı pencereler, google’dan arayınca karşınıza çarşaf çarşaf fantezi sunmakta. Herkes tepesindeki gözetleme kulesinden yanan ya da yanmayan ormanların telaşına düşmüş gibi. Bunu sadece merakla açıklayabilecek bir çağda yaşamıyoruz, merakın bir tık ötesinde bilimsel karşılığı olan bir eylemin içinde oynaşıyoruz. Devlet, gözetleme sistematiğine çokça para yatırdı, haniyse tek başına yönetsel stratejisi, toplumu gözetlemek, hal ve hareketlerindeki gidişi izlemek ve ona göre politik bir dil geliştirmek zorunluluğu ile hareket ediyor.

Mesela OHAL halleri. Tekerlemesi bile mevzunun dalgaya ne kadar müsait olduğunu söylese de, on binlerce insanın tutuklu, on binlerin gözaltında, yüz bine yakın insanın bir hafta on gün içinde işsiz bırakılması, kişinin ifade özgürlüğünün birden bire muhbir sistemiyle denetim altına alınması devlet tarafından açılan perdelerin özenle yeniden çekilmesidir bana göre. OHAL öncesi her şeyin sınırsızlaştığı hissiyle toplumu esneten anlayış, OHAL süresince meyveleri toplamaya başlamıştır. Gözetleme kulesi sürekli değişen nöbetçilerin yardımıyla büyük biraderin gözleri olmuş, o gözler kuleden inmiş, telefonumuza, mailimize, yediğimize, içtiğimize sinmiştir. Biz artık pek bi bilinmeyenli denklem olmaktan çıkmış, basit 2+2 eder dört kıvamında özgül ve özgün ağırlığı kalmamış sayılardan ibaret hale getirilmişiz:

“Nereye baksanız siyah bıyıklı surat karşınızdaydı. Biri de hemen karşıki evin ön cephesindeydi. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ ÜSTÜNDE yazan posterdeki kapkara Winston’ın gözlerine dikilmişti”

3Nereden bakarsan bak gözleri hep üstünde

Bu büyük biraderin gözlerini ilkokuldan itibaren hep biliriz aslında. Örnek insan falan olacaz zırvasıyla sınıfın göreceği yükseklikte ve hiç kimsenin o kadar da değil rahatlığında olması için kara tahtanın hemen üstünde bir Atatürk posteri vardır. Şu “nereden bakarsan bak o hep sana bakıyor” temalı poster… Oradan başlamıştır gözetleme işi. Anlaşılmıştır ki, bu halkın bir büyük göze ihtiyacı var, kendine çeki düzen versin, hizadan çıkmasın, kabuğunun bir de kapağı olduğunu anımsasın diye. Hal bu.

Şimdi hayatımızdaki gözler basbayağı hareket halinde. Öyle duvarda asılı kalmasına gerek yok. Canlı kanlı, her an her yerde. Onların bize bakmadığını anladığımızda biz kendimiz unutulanları ısrarla hatırlatma formundayız: Çıplaklık duygusunun artık rahatsızlık vermediği, “mahrem” denilen sözlükte kalmış bir kelimenin ağırlığı falan da yok artık. Yerine alabildiğine teşhir vardır. Teşhir de Osmanlıca bir kelime; gösterme, serme anlamına geliyor. İnsanın kendinde olan bir şeyi kendi dışındakilere sunması işi. Kendini beğendirmek duygusuyla yola çıkılan ancak bu beğeninin karşılığının çoklar tarafından onaylanması isteği, karşılanmaması durumunda bu duygunun imha edici özelliği ile birlikte cümle içinde kullanılmalı. Zira atalar “insan kendini beğenmezse çatlarmış” minvalinde bir yan cümlecikle olaya öteden beri dâhil olmuş durumda.  Teşhiri bir pazar yeri kelimesi olmaktan kurtaracak süper bir yeni kelime daha icat edilmedi, “zaten ne varsa eskilerde var” sözü de bu yazıya hediyemiz olsun bari.

Sokaktaki tavrı “ahlaki” olabilen bir cehalet sürüsünün, ki öyle olması yıllardır gergefte işlenmiş ve ürünleri de ete kemiğe bürünmüş olarak sisteme dahil edilmiştir; yeni medya teknolojilerini kullanarak Mars’a gittiği hissine taşıyanların, evin, yatağın, dağınıklığın, yemeğin, içmenin, kusmanın, kaçık çorabın, delik tumanın fotolarıyla kendini agresif ya da uysal biçimde semt pazar standına yerleştirmesinin derdi ne olabilir? Bu beğenilme arzusu kişinin ne kadar çocukluğuyla ilgilidir? Eskiden vesikalık bir koyun fotoğraftan başkası değilken; kendi portfolyosunu özenle hazırlayıp takdim  eden anlayış hangi açığı kapatmak istemektedir? Ayy, tüm bu olup bitenlerdeki asıl niyet nedir? Bu gösterme ve beğenilme isteği arasındaki şey erkeklerde “göster yavruşum pipini amcana” retoriğinden; kızların da saklanması ısrarla salık verilen her şeyin en erken sergi ürününe dönüştürülmesindeki gaye nedir?

“Şeffaflığın politikası bir aynılık diktatörlüğüdür” diyor Byung amca. Ona göre tümden şeffaflık zorunluluğu insanı kendini düzleştirerek bir sistemin işlevsel bir unsuru olmaya zorluyor. Şeffaflığın şiddeti budur işte. Kişinin baştan aşağı didiklenmesi şiddettir. Ama yukarıda gayet sadeleştirerek verdiğim örnekler, bazı iradi redler dışında, kişinin bu şiddetten duyduğu hoşnutluğu anlatıyor. Bir başkası tarafından didiklenme isteği, sistemin şeffaflaşma adı altında koyverdiği gibi görünen uygulamanın doğurduğu şiddeti benimseme, sevme, alıp ciğerinin bir köşesinde sarıp saklama arzusudur. Kendi bütünlüğüne erişilmesi kişinin arzu nesnesi olmuştur. “Gel beni didikle” fotolarıdır sosyal medya üzerinden Gana’dan Çin’e, İzlanda’dan teee kutuplara kadar yayageldiğimiz. Kabul edelim, adını koyalım ve bir daha konuşmayalım lütfen:

Kimsenin umurunda olmayan saçma sapan fikirlerimizle (olgunlaşma evresi için gerekli süreyi doldurmamış cümlecikler) süslediğimiz absürd olmasına itina gösterdiğimiz teşhir hallerimiz bizim isteğimizdir. Kendimizi devlete ve onun gözetleme üzerine kurduğu gözsel giyotine fikrimizle birlikte bedenimizi uzatma isteğidir. “Gel beni çöz, didikle” dediğiniz devlettir ve onun yan kollarıdır. Vakti geldiğinde tirajı yukarda aşağıda fark etmez tüm pespaye medyasının bir yerinde yalan cümlelerle birlikte kullanılacaktır.

Peter Handke’den gelsin hamiş:

“Ben ötekilerin benim hakkımda bilmediklerinden beslenerek yaşıyorum.”