Çocukların kahramanı!

- Medya DOZ
827 views

70

Sonbaharın son günlerine denk gelen ve çılgınca yağışların başladığı bir zamana rast geliyordu bizi düş ve gerçekle yüzleştirecek olan o yolculuk.  Zagros dağlarının geçit vermeyen asiliğinde yol almak çok zordu bu zamanlarda. Yükseklere çıktıkça nefes almak zorlaşıyor, gözlerin görme gereksinimi, en az yaşam kadar kendini hatırlatıyordu. Sonrası göğün mavisine teslim olma arzusu sarıp sarmalıyordu bütün benlikleri. İşte o an, anlıyorsun ki mavi sadece bir renk değil, bir varoluş biçimi, ya da benimsenmiş, bir hayat algısı mavi…

Yanmış köylerin isleri yağmurla yıkanıp katran misali akıp karışıyordu toprağın derinliğine. Sızlayan ayaklardan bağımsız olmasa da, yol, bir düşünme biçimine dönüşüyordu.  Boy vermiş, yeni filizler bütün yanmışlıklara inat yeni yollar açıyordu düş dünyasına. Kuşlar çalı çırpı taşıyordu, yeni bir hayatın kavgası olan yuvalarına. Balıklar, bulanmış Basya ve Avaşin sularında, hatıralar biriktiriyordu.

Sızım sızım sızlayan ıslak ayakların acı türküsünü duymazdan gelmeyi öğretiyor yollar. Yollar her ulaşacağı durakta, bir anıya tekabül edeceğini bilir de, ikna eder yolcu olan insanı usul usul… Çamurdan ağırlaşmış ayaklarımız, coğrafyanın tümünü içine sindire sindire ilerliyordu, ıslak gerilla elbiselerimizden buharlar yükseliyordu. Dört gündü, gece gündüz yürüyorduk. Bir zamandan sonra yol oluyor insanın kendiside, yolların bitimsiz uzunluğu beyin kıvrımlarında kendine yeni ifadeler buldukça, ulaşma heyecanı ve yürüme gereksinimi eşitleniyor insanda. Ama yinede bütün yolların vardır bir sonu, bir de sonsuzdur kendisince her yol.

Bizim yol da bir durakta sonlanmaya doğru gidiyordu, varacağımız yer yakınlaştıkça, bedenimiz yorgunluğunu hissettirmek istercesine küçük küçük sancı ve sızılarla varlığını hatırlatıyordu. Ama biliyorduk ki varış noktamızda içten bir selam ve sıcak bir çay sonrası hiçbir şeyimiz kalmayacaktı. O, zaman geldiğinde, bütün yorgunluğunu toprağa akıtacağını peşinen bilmeyen gerilla yok gibidir. Arkadaşların olduğu yere ulaşmak için, yukarı yamaçlardan kendimizi Avaşin suyuna doğru aşağılara bırakmamız gerekiyordu. Artık Zagros dağlarının güney yakasındaydık ve burası daha sıcaktı, hatta otlar adeta yağan yağmura ve ısısını esirgemeyen güneşe aldanıp boy vermişti.

Kendimizi toplantının olacağı vadiye bıraktık, vadide ilmek ilmek örülen gerilla yaşamının izleri vardı. Uzaktan geleceğimizi bilen bütün arkadaşlar sıraya geçmiş bize selam vermek için yeşil bir meydanda bizi bekliyorlardı, uzaktan bu görüntüyü görmek bile insanın elini ayağını birbirine doluyordu.  Üç arkadaş ise diğer arkadaşlardan epey uzakta bizi bekliyordu, belli ki onlarda bizim gibi heyecanlanmış, önümüzü kesmeye gelmişti. Bu üç arkadaş içinde biri vardı ki onu görünce kalbim ağzıma gelmişti. Yol boyu yıkılmış köylerden topladığım ve gerilla kefiyemin içine doldurduğum meyveleri bir kenara koyup adımlarıma biraz hız kattım. Karşımızda kızıl saçlı, asil, dik duruşlu ve gözleri iki yıldız gibi parlayan bu kadın gerillaya o kadar içten sarıldık ki bir destana sarılır gibi, bir anaya sarılır gibi, bir tarihe sarılır gibi sarıldık ona. Kokusunu ta içimize çektik ve O da merhametle kucakladı bizi. Kendindeki sevgiyi bize geçirir gibi sarıldı. Sanki hepimiz adına bir kavga vermişti ve sanki her birimizle buluşması kavgasını, destanını paylaşmasına vesile oluyordu. Hiç bitmeyen bir heyecanla bizi karşılaması bizi çok etkilemişti, kendimizi çok önemli ve değerli hissettiren her davranışı, onun değerini gözümüzde yüzlerce kez artırıyordu. Tuhaftı ama gözlerim dolmuştu ve hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum o anda. Hepimizin ellerini avucuna alıp okşayan, ıslak omuzlarımızı defalarca öpen bu kızıl saçlı kadın gerilla, hepimizi bir başka dünyaya sürüklemişti. Selamlaşmamız bitince sıradaki arkadaşlara doğru ilerledik, ben meyveleri içine koyduğum gerilla usulü bohçamı heyecandan unuttum ama o bizi saniyeler içinde bir tarihte gezdiren güzel kadın, tarih gibi etkileyici olduğu kadar şimdi gibi de yaşamsaldı ve çok duyarlıydı her şeye karşı. İki adım ötemizdeki bohçaya uzanıp “bunu unutmayalım arkadaşlar” dedi. Çok utanmıştım. “Verin ben taşıyayım heval” dedimse de vermedi. Gözlerini hafifçe aşağı indirip beni ikna etti. Ve aramızdaki o aşırı ciddiyeti biraz esnetmek istercesine elini bohçamın içine daldırıp eline gelen ayvayı derin derin kokladı. “Ohhhhhh ne kadar güzel kokuyor, bunları nerden topladın” dedi. “Şuke Bure köyünden” dedim.

Ayvayı koklaya koklaya ilerledi. Ben defalarca ismini duymuş ama ilk kez bu kadar yakından görmüştüm, bu canlı tarih gibi önümde yürüyen güzel insanı. Çocukken ismini çok duyduğum ve kafamda renga renk senaryolarda hep kahraman yaptığım bir karakterdi bu narin yürüyüşe sahip devrimci kadın. Sakine Cansız ismi dile gelince, çocuk aklım hayalindeki kahramana can verip bütün kötülükleri ona öldürtüyordu, kurtarıcı kılıp bütün iyilikleri kanatlarına takıyordu. Biz çocukken daha, “devlete baş kaldırmış” derdi bahçelerde gizli gizli sohbet eden kadınlar, çocuk yanım “devlete baş kaldırmışsa iyidir” yargısına hep sadık kaldı.

Zagros eyalet toplantısına katılmak için geldiği ve içindeki bütün sıcaklığı bizim ile paylaştığı bu günlerde, O çocukluk kahramanımı hep gizli gizli takip ettim. Dimdik duruşu, doğayla konuşur gibi yaşayışı, insanlara olan derin ilgisini, disiplin ve titizliği artık netleştirdiğim özellikleriydi. Hem bu kadar doğal, hem de o kadar ciddi oluşu en çok şaşırdığım yanlarıydı. Her fırsatta hemen herkesle kısa tartışmalar yapmayı ihmal etmedi. En çok tanık olduğum şey ise sigara içen arkadaşları bir köşede yakalayıp “heval içmeyin şu sigarayı lütfen, ne kadar değerli olduğunuzu unutuyor musunuz, insan ancak değerini, halkının gözündeki yerini unutursa kendine bu kötülüğü yapar”  diyordu. Karşısındaki arkadaşların yanakları genelde kıpkırmızı oluyor, utanç kendini her şekilde hissettiriyordu. Böylece toplantının sonuna kadar, birkaç arkadaş sigarayı bırakacağını resmi olarak toplantıda ilan edip özeleştirisini verdi. Biz “toplantının bu konuyla ne ilgisi var” der gibi bakıyorken heval Sakine büyük bir heyecanla ayağa kalkıp var gücüyle alkış çalmaya başladı. Arkasından da hepimiz kendimizi ayakta alkışlıyor bulduk. Kendi kendime “bu şekilde sigara bırakan insan artık ömrübillah sigarayı eline bile alamaz” diyordum.

O kadar dinç ve kendinden emin duruyordu ki insan onun yanında kendini güvende hissediyor, etrafa hiçbir kötülüğün yakınlaşmayacağına inanıyordu. Herkese Önderliğin amaçladığı projeleri anlatma heyecanıyla dolup taşıyordu. Zagros’a geldiği o günlerde orada çalışma yürüten bütün arkadaşları ziyaret edip toplantılar yaptı. En kuytuda olan, sadece iki kişi olarak yüksek tepelerde muhaberecilik yapan arkadaşları bile ziyaret etti. “Heval siz gitmeyin arkadaşları çağıralım” denmesine rağmen kabul etmedi. “Hayır ben gitmeliyim onlara, arkadaşlar yorulmasın daha fazla” diyerek bütün Zagros’u adım adım dolaşıp herkese ulaşması, heval Sakine’ye tarifi olmayan heyecanlar yaşatıyordu. Sanki ilk defa gerillacılığı yaşıyormuş gibi kendini dışa vuran bu heyecan hepimize geçmişti adeta. Her gün yaşadığımız ve gözümüzde sıradanlaştırdığımız bazı yaşam ayrıntılarına onca kutsallık atfetmesi bizi bir uykudan uyandırıyordu sanki.

Bizimle olduğu zaman içinde, dile getirilmeyecek kadar güzel anılarımız oldu. Şimdi kendimizi yetim bırakılmış çocuklar gibi hissettiren her şeye rağmen, bize destansı kişiliğiyle armağan ettiği her anıya sadık kalmak devrime yeniden yeniden sarılmaya benziyor. Bizde oluşturduğu her özellik, onu bizde yaşatıyor. İyi ki gördük seni, iyi ki hayatlarımıza senin dokunuşların da oldu. İyi ki tanrıçaların memleketi Zagros’ta kalbimizin is tutmuş lambasını sen temizledin. İyi ki tanıştık, iyi ki sevdik seni, iyi ki devrimci olmuş ve senin gibi kızıl bir isyana dokunmuşuz…

Kendi çocukluk kahramanımla karşılaştıktan sonra, anladım ki çocuklar kendine yanlış kahraman seçmez. Çocuklar en çok devrimcileri, isyancıları, sever. Evet, direnişi ve isyanlarıyla destanlar yaratan bu çocukluk kahramanı aklımda hep öyle kaldı. Çocuklar ölümün uğramadığı bütün güzellikleri kahramanlarına yakıştırırlar, benim de aklımda hep öyle kaldı.