Indus Vadisi Uygarlığı’nın izinde büyüyen Hint kadın mücadelesi

- Dilar DİRİK
622 views

Milattan 3300 yıl önce gelişen Indus Vadisi Uygarlığı’ndan beri bugün Hindistan olarak tarif edilen Güney Asya bölgesi de kadınların insanlık tarihine çok büyük katkılar sağlamış olduğu bir coğrafyadır. Mezopotamya’nın neolitik döneminden kalma kadın figürleri ve sembollerine benzeyen kalıntılar bu topraklarda da bulundu. Rivayete göre 500 yıl öncesi kadar bin yıllık Vedik Çağı’nda, kadınlar birçok konuda erkekler ile eşit konumdaydı. Çok tanrılı Hindu inancındaki tanrıçaların savaş, sevgi, bilgelik, sanat, doğa ve ziraat gibi konularda güç kaynağı olduğuna inanılır. 

Sömürgeleşme ile pekişen ataerki 

Britanya, vakti zamanında ticaret yoluyla Güney Asya kıtasını sömürgeleştirmeye başladığında, ülkedeki cinsiyet eşitsizliğini yadırgamış ve yerel halkı geride kalmış, uygarlık dışı barbarlar olarak lanse etmişti. Kıta’ya “Medeniyet”i taşırma görevine soyunmuşlardı. Yeni devlet, yeni ekonomi ve yeni hiyerarşik sistemlerini oradaki toplumsal doku ve kırsal ekonomi üzerinde kurarak, erkek egemenlikli sistemin kurumsallaşma sürecini de başlatmış oldular. 

1800’lerin yarısından itibaren Britanya sömürgeciliğine karşı başlayan isyanlara öncülük edenlerin arasında kadınların da yoğunca olması bu durumla ilintili. Sömürgeciliğe karşı savaşan birçok tabur kadınlar komutasında mücadele etti. Bu 90 yıllık bağımsızlık mücadelesinde Kitturlu Rani, Mai Sukhan, Begum Hazrat Mahal gibi sembolleşen isimlerin yanı sıra, birçok kahraman kadın örneği var. Hindistan’ın bağımsızlığından sonra da kadınlar devamlı bir mücadele yürüttü. Bunu yaparken de, farklı iktidar sistemleri arasındaki bağlantıları vurgulayarak direndiler. Birçok anti-kolonyal bağlamda olduğu gibi, Hindistan’da da egemen zihniyet “önce vatan, önce devrim, önce kurtuluş” diyerek, kadınların ayrıca masaya getirdiği perspektifleri görmezden geldi.

Her yıl iki milyon kız çocuğu öldürülüyor

Günümüz Hindistan’ı da kadınların en adaletsiz ve kötü koşullarda yaşadığı ülkeler arasında. Kimi istatistiklere göre her yıl Hindistan’da iki milyon çocuğun cinsiyeti kız olduğu için yaşamı sona erdiriliyor. Bu kız çocukları ya doğmadan aldırılıyor, ya da doğum sonrasında ölüme terk ediliyor. Kendi başına bu örnek, söz konusu ülkede “kadın statüsü”nün ve ataerkil zihniyet kodlarının en çarpıcı göstergesi. Hindistan’ın birçok şehrinde taciz, tecavüz, asitli saldırılar gibi şiddet vakaları birçok kadının gündelik olarak maruz kaldığı olaylar. Burada da her üç kadından biri partneri tarafından şiddete maruz kalıyor. Kadınları bu şiddet sarmalından koruması gereken yargı ve polis müdürlüğü gibi devlet mekanizmaları ise çoğu zaman cinsel istismar ve şiddet olaylarının üstünü örtmekle yetiniyor.

Bu istatistiklere rağmen Hindistan’daki kadınların hayatından ve onların mücadelelerinden bahsederken, sınıf, kast, din, dil ve kültür farklarından kaynaklı ayrı ayrı özellikleri gözardı etmemek gerekir –zira 1.3 milyarlık bir nüfustan, en az 22 dilden ve 2.000 ayrı etnik gruptan bahs ediyoruz. 

Kadın bedeni üzerinden ‘vatan’ inşası

Hindistan anayasası kadınlara eşit haklar tanımasına rağmen, toplumsal çapta kadına karşı şiddet normalleşmiş bir konumdadır. 2012 yılında Jyoti Singh adında genç bir kadın otobüste yolculuk yaparken bir grup erkek tarafından tecavüze maruz bırakılıp öldürülmüştü. Ülkede infial yaratan bu olay sonrası çok büyük protesto eylemleri gerçekleştirildi. Bu öfkenin eylemselliğe evrilmesinin önemli bir nedeni Jyoti Singh‘in korkunç olaya maruz kalmasından ziyade, onun orta sınıfa mensup olmasıydı. Birçok konuda olduğu gibi tecavüz gibi cinsel saldırılar da devlet, iktidar, güç ve şiddet ile bağlantılı konular. Örneğin Jyoti daha alt kast’lardan olsaydı belki de olay bu denli duyulmadan geçiştirilirdi. Bu korkunç saldırı sonrası kadın örgütlerinin de mücadelesi sonucu   şiddet ve cinsel istismar vakalarına karşı yeni yasalar ve kanunlar çıkartıldı, kadına karşı şiddet yasalarda daha net bir tanıma kavuşturuldu. Cinsel istismar veya şiddet olayları “Namus” algısından dolayı toplum içersinde de üstü örtülüyor. Bu tabulaştırmadan dolayı cinsel istismara uğramış birçok kadın ya intihar ediyor ya da ağır psikolojik travmalar yaşıyor. 

Birçok feminist Hint kadını Pakistan ve Hindistan’ın birbirinden ayrılmasını kadın bedeni üzerinden ulus-devletin inşa edilmesi olarak tanımlar. Hindistanlı akademisyenler Ritu Menon ve Kamla Bashin’in Hindistan ve Pakistan’ın ayrılma sürecine ilişkin yaptığı araştırmalar çok çarpıcı sonuçları gözler önüne serdi. Araştırmalar ataerkil zihniyetin kadın bedeni, cinsiyet ve  vatan anlayışı arasındaki bağlantıları ortaya koyuyor. İki ülke arasındaki savaş ve zorlu göç sürecinde çok fazla kadın kaçırılıp şiddete maruz kaldı. Menon ve Bashin, iki devletin bu mağdur kadınları geri getirmeleri üzerinden yaratılan gündemi kadın bedenini namuslaştırarak yeniden bir “vatan” ve “ulus” olgusunun inşa edilmesi olarak tanımlıyor. 

“Devlet baba” kıskacındaki kadınlar

Hintli kadınlar günümüz Başbakanı Narendra Modi’nin aşırı ataerkil, dinci, milliyetçi ve dıştalayıcı Hindutva ideolojisine karşı da ortak mücadele veriyor. Türkiye’deki Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliği ve yönetim tarzı ile çok fazla benzerlikleri olan  “devlet baba” modundaki Modi’nin ırkçı, cinsiyetçi, dinci ve otoriter yönetim şekli toplumu birbirine karşı kışkırtıp linç olaylarına yol açabiliyor. Her iki hükümetin ulusalcı ve tekçi karakteri kadın politikaları konusunda da benzerlikler arz ediyor. Kadınların doğurganlığı, anneliği, ev hanımlığı kutsanarak politikadan ve kamusal alandan dıştalanıyor.

Ekim 2018’de Almanya’nın Frankfurt kentinde gerçekleştirilen “Uluslararası Kadın Konferansı’nda konuşan Hindistanlı aktivist ve akademisyen Radha D’Souza’na  göre, Hintli  kadınların bedenleri günümüzde de sömürgeci sistemlerin faydasına metalaştırılıyor. Verdiği bir örneğe göre, batılı kadınların yumurtaları Hindistan gibi ülkelerdeki kadınların rahimlerine yerleştirip çocuk doğurtan özel şirketler var. 

Feminist akademisyen Manali Desai’nin analizine göre neoliberal politikalar ataerkilliği daha da pekiştirirken kadın emeği sömürüsünü de derinleştiriyor. Küreselleşen kapitalist ekonominin sermaye olarak gördüğü Hindistan gibi ülkelerde kalkınma politikaları yeni dinamiklere yol açıyor. Bu politikaları planlayan uluslararası kurumlar kadınların üretici emeğini gözardı ederek kadınları  istikrarsız, ucuz ve banal işyerlerine yöneltiyor. Oysa  Avrupa’nın tanınan birçok markasının ürünleri Hindistan, Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerde akıl almaz ücretler karşılığında, sendika ve sigorta hakkı olmadan ağır koşullarda kadınlar tarafından üretilmekte. Büyük şirketler bu tür ülkelerde taşeronluk yoluyla, ucuz işçi gücünü sömürüyor. 

Hintli kadınların bedenleri hala metalaştırılmakta

Tüm bu sömürü ve ezilmişlik çarkına rağmen, Hindistan güçlü isyan ve direniş geleneği kökenlerine de sahip. Hindistan’ın ormanlarında saklı kadın gerillaları da var. Maocu Naksalit devrimciler, yerel halk ile beraber devletin sömürü politikalarına karşı silahlı savaş yürütüyor. Yazar ve aktivist Arundhati Roy’un “Yoldaşlarla yürümek” kitabındaki  ifadeye göre, bu sessiz savaşın nedeni, fakirlerin ellerinden topraklarını alan, doğal kaynakları   uluslararası pazara peşkeş çekerek Hindistan’ı kapitalist sisteme entegre eden yerel devlete karşı koyuştur. 

Ataerkilliğe karşı kadın mücadelesinin yükselerek umudu büyüttüğü yerlerden biridir Hindistan. Bu yılın Ocak ayında 5 milyonu aşkın kadın hak ve eşitlik için 620 kilometrelik bir “kadın duvarı” oluşturarak, örgütlülük düzeylerini sokağa taşıdı. Geleneksel pembe sarileri ile şiddet uygulayan erkekleri cezalandıran 300.000 üyesi olan Gulabi Çetesi her geçen gün çeperini daha da genişletiyor. Özellikle Kerala gibi eyaletlerde kadınların öncülüğü ile yerel demokrasi deneyimleri gelişiyor. Alternatif toplumsal ve ekonomik örgütlenmeye dönen birçok kesim gittikçe kominal kooperatif tarzında, daha farklı demokratik ve ekolojik deneyimlere merakla bakıyorlar.

Temel çelişki ataerki

2018’in Aralık ayında Dünya Kadın Konferansı tarafından Hindistan’ın Bangalore kentinde düzenlenen kadın özgürlüğü temalı uluslararası çalıştayda tam da bu benzeri konular tartışılıp paylaşıldı. Bu buluşmaya Hindistan’ın farklı kırsallarından katılan mevsimlik ve fabrika iççileri, kapitalizmin neoliberal sömürü politikalarına karşı direniş büyütülmeden adaletsiz ve cinsiyetçi sistemden özgürlük ve eşitliği beklemenin anlamsız olduğunu vurgulayarak, anti-kapitalist mücadelenin kadın yüzünü de ortaya koymuş oldular. Kürt Kadın Hareketi’nin özgürlük paradigmasını ilham kaynağı olarak tanımlayan bu kadınlar, yine Kürt kadınlarının kadının devrimdeki öznelliği ile ataerkil egemenliği temel çelişki olarak tespit etmesini çarpıcı buldu. 

Hintli kadınlar hem sömürgeci sistemin geride bıraktığı ataerkil mirasa karşı hem de kapitalist sistemin ürettiği yeni saldırılara karşı direniyor. Onlar da kadına karşı şiddetin ancak dünya kadın hareketlerinin ortak mücadelesi ile sonlandırılabileceğinin bilincinde olarak bu yönlü arayışlarını sürdürüyor.