İnsan-doğa savaşından toplum-doğa barışına

973 views

Dünya bugün öngörebildiğimiz kadar iç içe geçmiş bir dizi iktisadi, politik, toplumsal ve ekolojik tehlikelerle karşı karşıyadır. Öngöremediğimiz tehlikelerin daha fazla olacağı bugünkü gidişattan sezinlenebilir.

Kapitalizmin yarattığı zengin ile fakir arasında giderek büyüyen eşitsizlik, toplumsal olarak iç karartıcı, önünü göremeyen bir kuşak, ülkeler arasındaki çeşitli sebepli savaşlar ve bu çıkar savaşlarının silahı haline getirilen doğa.

Ekolojik krizin ölümcül oranlara vardığı, sonuçlarının tahmin edilmediği ve aynı zamanda önemsenmediği bir yüzyıl yaşıyoruz. Küresel ısınma, denizlerin, suyun, havanın, toprağın kirletilmesi, ormanların yok edilmesi ve daha birçok tahribat hızla artıyor. Sermayenin inşaat, maden ve turizm sektörlerinin beslenmesi için merkezi iktidar, yasa-yönetmelikleri son hızla çıkarmaktadır.

Doğa ile savaşın kaybedeni en çok da insan olacaktır

Özelleştirmeler, HES’ler, JES’ler, verimli tarım arazilerine kurulan GES’ler kundaklanan ve yine sistem eliyle yakılan ormanlar, ranta çevrilen restorasyonlar, betonlaştırma hastalığı, sular altında bırakılan tarihsel bellek, bitmek tükenmek bilmeyen enerji ihtiyacı, tek tipleştirilen endüstriyel üretim ve tüketim çılgınlığı ile hallaç pamuğuna çevrilen bir doğa can çekişiyor adeta.

Doymak bilmeyen sistem hiçbir etik, ahlak, değer tanımadan çeşitli yöntemlerle insanı insanla ve yine insanı doğa ile bir savaşın içine sokmuş durumda. Kapitalist düşünce küresel piyasa için doğa ve insanı etinden sütüne kadar sömüreceği bir nesne haline getirmiş ve her türlü tahribatı meşru görmüştür. Bugün ekolojik tahribatlardan bahsederken asla salt su, hava, topraktan bahsedilemez; aynı sistem kadını köleleştirip, işçiyi de sömürmektedir.

Büyük bir ekosistemde yaşadığımız ve kopacak her halkanın getireceği sonuçlar, tüm canlılar kadar insanlığın da çöküşü olacağı hatırlanmalıdır. Doğa ile savaşın kaybedeni en çok da insan olacaktır.

Türkiye’nin ekoloji karnesi utanç tablosudur

Dünya geneli tahribatlara paralel olarak Türkiye’nin ekoloji karnesi adeta utanç tablosudur. Türkiye ve Kürdistan’ın her kentinin hatta her köşesinin kirli iktisadi politikalarla rant, talan, yıkım alanına dönüştürüldüğünü görüyoruz. Özellikle son 20 yıllık siyasi iktidar ellerine geçen herşeyi likiditeye çevirme hırsıyla doğayı geri dönülmez tahribatlara uğratıyor. Tabii kürt coğrafyası ellerin ovuşturulduğu, salyaların akıtıldığı verimli topraklara, zengin sulara, çeşitli kaynaklara, çok çeşitli kültürlere ve iç içe geçmiş zengin bir toplumsal ağa sahip. Bu zenginlik ve çeşitlilik sistemli ve politik olarak ekolojik katliamların yaşandığı ve  meşru görüldüğü, herkesin sağır ve dilsiz kaldığı çeşitli yağmalara maruz kalıyor. Bölgenin hemen her akarsuyunun üzerinde bugün birden çok Hidroelektrik Santral yapılmış, yenileri de yapım aşamasında. Doğaya can suyu bile bırakılmadan inşa edilen bu projeler salt enerji maksatlı olmayıp aslında yürütülen bölgeyi insansızlaştırma projeleridir, yani güvenlik barajlarıdır aslında. Doğa bir kez daha insanın insanla yürüttüğü savaşın silahı haline getiriliyor.

Ilısu barajı tarih ve kültür soykırımıdır

Medeniyetlerin ilk ortaya çıktığı Mezopotamya’da yer alan Hasankeyf Antik Kentinin  birçok devlete, kültüre, dile, inanışa ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. 12 bin yıllık geçmişe sahip medeniyetler beşiği Hasankeyf Antik Kenti tarihi ve doğal güzellikleriyle UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer almasına rağmen, dünyanın gözü önünde Ilısu barajı ve HES projesine gömülüyor.

Ilısu barajı tarih ve kültür soykırımıdır. Endemik bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına sebep olmaktadır. Birçok tahribatla birlikte insanlığın geçmişle olan bağı koparılıyor. Dicle Nehrinin özgür akma hakkı gasp ediliyor ve Dicle Nehri suları komşu ülkeyi tehdit etme aracı yapılıyor.

Adıyaman’da su, tarih, doğa can çekişiyor

Öte yandan, GAP projesi bölgenin Batman, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Kilis, Mardin, Urfa, Siirt, Şırnak illerini kapsayan dev bir yıkım projesidir. Bu projenin ekolojik tahribatları kendini iyice göstermeye başladı. Adıyaman’ın Kahta ilçesinde yapımı tamamlanan baraj ve HES’ler Kahta çayını büyük oranda kurutmuş durumda.

Roma döneminden kalma Cendere Köprüsü tarihi görüntüsü ile birlikte Sincik, Kahta, Çelikhan, Gerger ve Samsat ilçelerine can veren Kahta çayına, oradan da Fırat Nehrine kavuşan Cendere Çayı bugün çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Evet müdahale edilmez ise Cendere Çayı kuruyacak ve oradaki tarihi doku bozulacaktır. Sulama amaçlı yapıldığı iddia edilen barajların çayları kurutması ve tarım arazilerinin kuraklık ile yüz yüze olması yine sistemin gerçek, kirli yüzünü ortaya koymakta.

Su kaynakları zengin Adıyaman’da su, tarih, doğa can çekişiyor.

Tire halkının JES’lere karşı direnişi

Gözü doymaz sistem tarih öncesi çağlardan bu yana doğada yer alan, insanlık tarafından kutsi kabul edilen ve üzerine sayısız efsane yaratılan zeytin ağacına göz dikmiş durumda. Ege’nin zengin zeytin ağaçları, kurulan Jeotermal Elektrik Santralleri ile yaşayamaz hale getirilmiştir. Aydın’ın birkaç ilçesinde yapılan JES’ler zeytin ve incir ağaçlarını tahrip etmiş, toprak ve su çıkarılan zararlı gazlar nedeniyle kirletilmiştir. Bölgede artan kanser hastalığı ile insan sağlığına olan zararı da göz önüne sermiştir.

İzmir Tire yine JES projesine kurban edilmek istenen yerlerden biri. Neyse ki en azından şimdilik Tire için olumlu ÇED raporu çıkmadı. Tire halkının JES projesine karşı çıkışı doğa-insan uyumu için umut vaaden bir durum olduğunun altı çizilmelidir.

Wan’ın Çaldıran ilçesinde yapımı planlanan Jeotermal, bölgeyi kalkındırma yalanı altında bölgenin kaynaklarının sömürüleceği, havanın, toprağın, suyun zehirleneceği yeni bir Aydın örneğini teşkil etmekte. Toprağı verimsiz suyu zehirlenecek Çaldıran halkı ekonomik geçim kaynağı olan hayvancılığı yapamaz hale getirilip zorunlu göçe tabi tutulacak.

Bölge insanına duyulan nefretin acısı doğasından çıkartılıyor

 Kapitalizm sürekli mutasyona uğrayarak varlığını sürdürürken, her seferinde başka bir araçla tarih, kültür, toplumsal, canlı ve cansız olan her alana saldırmada sınır tanımıyor. Her yıkımına bir başka yalan maskesi bulan kapitalist ve elinde siyaset erkini tutan güçler, ekonomik politikalarına rant kapısı açmak için bölgenin birçok kentini silip yeniden inşaatlaştırdılar.

Sur, Cizre, Gever, Nusaybin’de TOKİ üzerinden yandaşlarına para kazandırmak için bu kentlerdeki tarihi hafıza, kültürel miras, toplumun dayanışma, ortaklaşma duyguları diri diri yakıldı. Boşaltılan, yakılan, yıkılan şehirlerin toplumsal hafızasını silerken birçok canlı türünün de yaşam alanlarını yok ettiler.

Hükmedemediği her zerreyi yakarak yıkarak tahakkümü altına almaya çalışan ve bugün Türkiye’de akp şahsında hayat bulan zihniyet Dersim, Lice, Mardin, Hakkari, Bingöl’de sayısız spesifik ekosistemleriyle büyük bir ekosistem olan ormanlara saldırıyor. Bölge insanına duyulan nefretin acısı doğasından çıkartılıyor. Ormanları tahrip edip insanları zorunlu yerinden etme silahını kullanan sermaye çevreleri, boşaltılan bölgeyi ellerini ovuşturarak bekliyorlar. Nitekim İstanbul’da Kuzey Ormanlarının ranta açıldığı gerçeği ortadadır.

‘Doğayla tekrar barışarak sistemle baş edebiliriz’

Kapitalizmin doğayı, ormanı, suyu, hayvanı ve nihayetinde insanı bir araç olarak gördüğü, sermaye biriktirme, rant ve daha fazla kar edebileceği nesneler haline dönüştürmede sınır tanımayacağı, sürdürdüğü savaşın da giderek daha fazla saldıracağı gerçeği ile yüz yüzeyiz.

İnsanın ahlaki değerleri, etik ve estetik kavramlarına kadar saldıran bu sistem karşısında doğayla tekrar barışarak baş edebiliriz. Kapitalist sistemin doğa üzerindeki tahakkümü aslında insanın insan üzerinde, erkeğin kadın, yaşlıların gençler, devletin toplum, bürokrasinin birey, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki tahakkümünden kaynaklandığını belirten Murray Bookchin, hiyerarşi ve tahakküm oldukça toplum en sosyalist anlamda sınıfsız ve sömürüsüz hale gelse bile, bu yıkımların devam edeceğini söylemiştir.

Kapitalist modernist sistemin doğa, birey ve kadını metalaştırmasına, tüm yaşam alanlarının tahrip edilmesinin önüne geçecek demokratik ve barış odaklı politikalar bir an önce yaşam bulmalıdır. Gerçek anlamda eşitlikçi, paylaşımcı, tahakkümsüz bir toplum her zamankinden daha fazla yakıcı bir zorunluluktur. “Ya büyü ya öl” mantığına dayanan piyasa ekonomisi ve dayatılan bireysel yaşama alternatif ekolojik bir yaşam umudunun olduğu unutulmamalı. Bireyin tekrar toplumla ve doğa ile barışarak demokratik, ekolojik, sınıfsız bir yaşam hayali ütopya değildir.

Mezopotamya ekoloji hareketi eşsözcüsü