Kim yazdıysa silsin

- KAKTÜS
477 views

Bir halkı dizilerinden tanıyabilir misiniz? Mesela Türk dizilerine bakıp, Türk toplumunun ne yaşadığını anlayabilir misiniz?  “Bak sen, hayat burada resmen bir dizi. Yemek mutfakta pişmeden önünde bitiyor. Ya çok yoksul ya da çok zenginsindir. Fakir kız, zengin çocuk edebiyatı ve sonra “seven kadın kaçar.” Kaçan kovalanır. Kovala kovala,” bitmez. Sonun da herkes yorulur. Bu noktaya nasıl geldik diye düşünür durursunuz. Peki gerçek hayat bu mu!?! Gerçek hayattaki şerefsizlikler filmlere gerçekten çok yansıyor. Herhal Türk filmlerine son yıllarda yansıyan en iyi hayattan tiplemeler bu şerefsizlikler olsa gerek. Ya da Alman dizilerine bakıp, “Vay be! Polise bak. Her şeyi önceden görüp, nasıl önlüyorlar ama” diyor musunuz? Ve yahut ABD dizilerine bakıp, “bu hayatta ne ‘Yalan Rüzgarı’mış, Dallas gibiyiz vallah! Allah bizi Homeland dizisinin karakterlerinden sakındırsın” der misiniz? Ne diziler var canım, en önemlisi de Taht Oyunları’ydı. Kaç sezon devam etti ben hale biliyorum. İnsanın içini ürperten, komplolar, ihanetler, arkadan hançerlemeler, entrikalar… Düşmanım olsa, başına bunların gelmesini dilemem. Bazı korku filmlerideki olaylar bu dizilerin yanında masumane kalır. Belki de korku filmleri bu tür taht oyunlarından türemiştir, ne dersiniz? 

Tabi ben bu ara Çin dizilerine sardım. Hint dizilerine de daha sıra gelecek, ama ben henüz o modda değilim. Kaç Çin dizisi izledim inanın biliyorum. Tabi, tek amacım Çin toplumunu tanımak?!?Madem Çin’e gidemiyorum, bari dizi filmlerine bakıp, Çin’i keşf edeyim dedim. Nasıl, iyi yapmış mıyım? Bu dizilerin bir kısmı da “pembe” dediğimiz aşık olup da aşkına kavuşamayanlar ve dizi boyunca yanlış anlamalardan dolayı sevdiklerinden ayrı kalanlar, bir türlü rast gelmeyi tutturamayanlar, insanı fıtık edenler… Star aşkına bir türlü birbirilerini bulamıyorlar. Bu nasıl bir senaryodur yarabbim?!? Ama tiplemelere hayranım. İstisnasız sanki hepsinin senaristi aynı. Çin dizilerinde filmin başına bakıyorum, sonunu tahmin edemiyorum. Çünkü çıkmıyor. Hemen hemen her dizinin birbirine aşık iki baş kahramanı var. Bu kahramanları ayırmaya çalışan ve onlara aşık olan iki entrikacı ve yandaşlar topluluğu var bir de. Döngü belli. Çok ileriye gitmeyeceğim. Fakat Çin dizilerinde dikkatimi çeken bir nokta, aşık olanların aşkının çocukluktan gelmesiydi. Bir nevi çocukluk aşkına bağlılık gibi… Etkileyici! Günümüzde değil çocukluk aşkına bağlılık, çocukluk hayallerine bile bağlılık yok. 

Bağımlılık, diziler ve yalnızlık

Anlık, gündelik sıradan aşklar,  baltalarla darbelenmiş sevgiler, umudu söndürülmüş yürekler… Belki de insanlar sırf bu yüzden dizileri izliyor. Hayatında tükettiği aşkı,  yüreğinde tükettiği sevgiyi dizilerde arıyor. Yoksa başka türlü sevgisiz, ilgisiz kalmış depresif ruh halinden nasıl çıkacak? Tabi bu bir batma yolu değilse… Ha bir de tüketicilik var. Her çeşit tüketicilik üstelik. Gündelik yaşamda tükettiğimizi bu alemlerde aramak gibidir diziler. İnsana o duyguyu verir. Olduğun ortamdan koparsın, yanı başında sefaletten, şiddetten ağlayan Fatma’ya, Ayşe’ye, Aysel’e, İlknur’a, Binnur’a bakmazsın, dizideki oğlan veyahut kız sevgilisini yanlış anlamış, o yüzden ayrılmış ve ağlıyor diye üzülür, hatta onunla ağlarsın. “Ah ne büyük bir aşk!” deyip, yaratılan duyguyla avunursun… Gerçekte ise derin bir yalnızlığı, unutulmuşluğu yaşarsın. Zamanla derin yalnızlık, unutulmuşluk ve depresif ruh halinden kaçış sonucu; “çok doğal olarak” dizi kolik ya da diğer bir değişle bağımlı olursun. İnan şaka yapmıyorum. Sigara, içki, madde bağımlılığı ve kumar bağımlılığı kadar etkili bir bağımlılıktır dizi kolik olmak. Eğer bir dizi kolik iseniz sizi hiç bir romantik komedi dramı paklamaz. 

Gelelim sadete: Nasıl ki, toplumlarda kadına bir misyon biçiliyorsa, dizilerde de aynı misyon biliyor. “Kız bırak kariyeri, özgür yaşayıp da ne yapacan? Özgürlükmüş, aşkmış, bunlar karın doyurmaz, zengin koca doyurur. Zengin koca demek, evinin leydisi, prensesi olmak demektir. O seni korur, kollar. Bak, şemsiyen olur, seni yağmurdan korur. Hızla gelen arabanın önünden alır, sarıp-sarmalar. Yeter ki sen biraz itaat et. Erkeğinin sözünden çıkma. Erkek evin direği, ne olursa olsun başının tacı…” Falan filan işte. Dizilerin verdiği bu mesajı biz genelde Türk filmlerinde var sanırdık, takip ettim hepsinde var. En doğudan en batıya tüm ülkelerin (istisnalar hariç) dizileri kadına nasıl itaat etmesi gerektiğini öğretiyor. Ve kafesteki kuşlar örnek verilerek,  “Doğru, özgürlük ona ait değildi.  Sadece hayatını olduğu gibi kabul edebilir ve itaatkar bir şekilde sonsuza kadar kafesinde durabilir.” Gerçek hayatta da kadına öğretilen budur. Üstelik doğduğu andan itibaren. Ne kafeslerimiz oldu bizim, halen düşüncelerimizi, ruhumuzu kilit altında tutan, utandıran… İnsan seyrettikçe, “başka çarem mi var” deyip kadere boyun eğiyor. Zaten her şey bir kader yüzünden başlamıştır. O da yetmemiş kadına kader isimi bile vermişler. Kader işte, yazılan gelmiş başa…Ya Star! Biri de desin, “kim yazmış, nasıl yazmış, nereye yazmış?” Yok, kimse demez! “Bakın, kim yazdıysa silsin, getirmeyin beni oraya. Vallah Billah gelirsem, yazılanı başa çekerim, dizi gibi tekrar tekrar yaşarsınız ha!” diyesim var.

Manzara buradan parlak değil ha!

Bu dizilerin en önemli kısımı ise yaydıkları ideolojidir. İstisnalar hariç (bilimkurgu filmleri vb) tümünde gizli bir milliyetçilik, dincilik ve sonuna kadar cinsiyetçilik var. Hangi yakadan bakarsan bak hiç kimse suyun öte yakasından memnun değil. Ve bunlar dizilerde öyle bir işleniyor ki, sanırsınız dünyadaki en masum şeyden bahsediliyor. Yani nefret tohumları nasıl ekiliyor dizilerden anlamak mümkün. O yüzden diziler hiçte sandığınız kadar masum değil. “Ne ekersen onu biçersin” deniliyor ya, olay tam da bu. Gündelik yaşamımıza bakın toplumsal hasat her şeyi gösteriyor. Sıradanlaşan kadın cinayetleri ve günde bir posta şiddet. Milliyetçilikle dolu lağım çukuru bele vurmuş, ortalığı ahlaksızlık götürüyor. Şimdi diyeceksiniz, “tüm suç diziler de mi?” Elbette değil. Çok kaliteli, hakikatten toplumu yansıtan, anlatan filmler de var. Ama dünyada son 10 yılda üretilen filmler, dizi filmler Mahşerin Dört Atlısı gibi mübarek, kötülük yayıyor sürekli. Savaş, kıtlık, ölüm ve hastalık. Milliyetçilik, bilimcilik, dincilik ve cinsiyetçilik. Peki, ne fark var bunların arasında… Yani canlarım zehirleniyoruz, üstelik de zehri kendimize biz enjekte ediyoruz. Nasıl? Süper ama değil mi? Oysa biri bize, “kendini vur” dese, “ben enayi miyim?” diye karşılık veririz. Peki, sizce neyiz? Siz söyleyin. Manzara buradan parlak değil ha!