Kırım politikalarına karşı toplumsal kültürlerin direnişi

- Suna SÜMER
1.5K views

“Batı Avrupa’da yükselen kapitalist hegemonyanın Ortadoğu kökenli merkezi uygarlık sisteminin önderliğini ele geçirmesi ve Ortadoğu kültürü üzerinde kendini yeniden inşa etmeye çalışması büyük felaketler pahasına gerçekleştirilmiştir. Maddi kültür ve zihniyet kültürü üzerinde yürüttüğü hegemonik inşa ile binlerce yıllık toplumsal kültürleri kendi ajan kurumlarının en başta geleni olan ulus-devletçikler hegemonyasında sürekli bir savaş ortamında sık sık gerçekleştirilen katliam, sömürgecilik, asimilasyon, soykırım ve zoraki entegrasyonlarla tasfiyenin eşiğine getirmiştir. Ne yazık ki, Ortadoğu’nun son iki yüz yıllık tarihinde bünyesel çelişkileri de kullanılarak inşa edilen ajan hegemonik kuruluşların daha bilince çıkarılması bile düşünülmemektedir. Kapitalist modernitenin sadece oryantalizmin düşünce tarzında değil, tüm yaşam üzerinde egemen kılınması ancak çok kapsamlı çözümlemeler ve ‘demir kafes’ içinde olma metaforuyla açıklanabilir.”   (Bilge insan)

Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum bir tas su gibidir. Tas kırıldıktan sonra açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile, o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda adeta başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın ancak çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzemektedir.

Asimilasyonu yaşayan toplum

Soykırım farklılıkların fiziki ve kültürel yok oluşunu öngörür. Asimilasyon uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal gruplar üzerinde uyguladıkları ve bu grupları kendi ekleri, uzantıları durumuna indirgemek için başvurdukları tek taraflı ilişki ve eylemi ifade eder. Asimilasyonda esas olan, iktidar ve sömürü mekanizması için en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak, hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği bir konuma düşürülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşmek, onun eki ve uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek ve kendini efendilerinin kültürüne en iyi şekilde addetmek kendisine tek seçenek olarak sunulmuştur. 

Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce aldığı hiçbir karar ve gerçekleştirdiği eylem yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiş, sadece midesini doyurma peşindeki insan kılıklı bir hayvana indirgenmiştir. Hakim elit, asimilasyon toplumuna bu kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır: Birincisi, çıplak fiziki zor’dur. En ufak isyan ve başkaldırısında imha kılıcı başında sallanmaktadır. İkincisi, açlık ve işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır. Şu demirden kanun geçerli kılınmaya çalışılır: Eğer kültürel kimliğinde ısrar eder ve efendinin dilediği gibi bir hizmetçi olmazsan, ya başın gider ya aç kalırsın! 

Asimilasyonun devamı olarak soykırım

Asimilasyon olgusunun devamı niteliğindeki soykırım, asimilasyon yöntemiyle üstesinden gelinemeyen halkların, azınlıkların, her türden dinsel, mezhepsel ve etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar. Duruma göre bu her iki yöntemden biri tercih edilir. Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, yani ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem de manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduklarından, karşıt hakim kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp, sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.

İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise, daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik topluluk ve inanç grupları üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak kültürel soykırımla bu halkların, etnik ve dinsel grupların hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye edilmesi amaçlanır; başta eğitim kurumları olmak üzere her türlü toplumsal kurumun cenderesi içine alınarak varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. 

Kültürel soykırım

Kültürel soykırım fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir; bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini, toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir. Burada soykırıma yatırılmış kültürel değerleri için yaşamaktan değil, ancak inim inim inlemekten bahsedilebilir. Örneğin binlerce yıllık yerel kültürlerin başında gelen Asurî, Ermeni mirasının neredeyse müzelik duruma gelmesinde kapitalist modernitenin rolü eleştiriye bile açılamamış, yaşadıkları katliamlar ve soykırımlar düşüncenin ışığında aydınlatılamamıştır. Kaldı ki, kendilerini ulus-devlet olarak inşa eden hakim Arap, Fars ve Türk kökenli iktidarlar kendi öz toplumsal değerlerini yaşamadı. Ulus-devletin resmi kültürü dışındaki tüm maddi ve manevi kültürel değerlerin yaşadığı gerçeklik, çarmıhta can vermedir. Zaten başka türlü insanlığın ve ekolojik çevrenin kaynak durumuna dönüştürülerek tüketilmesi mümkün değildir.

İdeolojik ve yapısal oluşum

Kürt halkı hakim ulus-devletlerce tüm maddi ve manevi kültürel değerleri üzerinde başta emek değerleri olmak üzere tüm toplumsal birikimleri, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynakları açık bir talana uğratılır; geri kalanı da imhaya terk edilir, işsiz bırakılır, çürütülür; çirkin kılınarak yaşanmaz. 

Ortaçağdaki beyliklerinden günümüzdeki bireysel ve ailesel kalıntılarına kadar Kürt işbirlikçilerinin ezici bir çoğunluğunun Kürt kültürel varlığı karşısındaki inkarcılığı, saygısızlığı ve onu gelişmekten alıkoymaları sınıfsal karakterleri, ideolojik ve iktidarcı yapılanmalarıyla bağlantılıdır. Bir sınıfsal varlığın ideolojik ve yapısal olarak oluşum tarzı toplumun bütünsel kültürel varlığı üzerinde derin etkiler bırakır. İslam’ın Arap, Fars ve Türk egemen sınıf oluşumundaki tarzı, bu kesimlerin kendi toplumlarıyla ilişkilerini de belirlemiştir. İşbirlikçilikleri toplumsal kültürlerini de olumlu ve olumsuz yönleriyle etkilemişlerdir.

Söz konusu Kürtler olunca varlık, oluş ve bilinç kavramları hayli aydınlatıcı olacaktır. Kürtleri varlık, oluş ve bilinç halinde tanıtlamaya çalışmak, konunun köklü kavranmasının temelidir. Yakın döneme kadar belki de çoğu toplum ve devlet kesimi açısından Kürtler’in varlığı tartışmalı bir konuydu. Kürtler’in varlığını kanıtlamak için belki de kapitalist modernite bağlamında son iki yüzyılda hiçbir toplumsal varlığın yaşamadığı şiddette, içerik ve biçimde baskılar, inkârlar ve imhalar yaşandı. Kültürel ve fiziki soykırımlar uygulandı. Ana mekanlarında (Kürdistan) gerek fiziki parçalama, gerekse kültürel (zihnen) parçalama ve yok sayma için her tür zor ve ideolojik araçlar devreye sokuldu. Denilebilir ki, kapitalist modernitenin soykırıma varana dek uygulanmayan hiçbir baskı ve talan mekanizması kalmadı. Kürtlük bu açıdan benzeri olmayan bir olgudur. Yahudiler yaşadıkları soykırım için ‘benzeri olmayan, biricik’ kavramını özenle korurlar. Kürtler için sadece uğradıkları soykırım açısından değil, varlık olmaktan çıkaran diğer tüm uygulamalar nedeniyle ‘biricik halk veya toplumsal varlık’ tabirini kullanmak yerinde olacaktır.

Sömürgecilik ve soykırımın yaşandığı bir yaşam gerçekliği olsa da, Kürdistan’ın varlığı inkar edilemez. Üzerinde tarihine ve toplum gerçekliğine bağlı ve layık şekilde özgür yaşamak isteyenlerin son ferdi durdukça varlığı devam edecektir. Yalnız Kürtler’in değil, Ermeniler’in, Süryaniler’in, Türkmenler’in, Araplar’ın ve özgür yaşamak isteyen her birey ve kültürün demokratik, özgür ve eşitçe paylaştığı bir ortak vatan olacaktır. Ulus-devlet olmaması şanssızlığı değil şansı olacaktır.

Toplumsal kanserleşme

Her şeyden önce kültürlerle sentezlenen ortak yaşam projeleri geliştirilmelidir. Uygar toplumun gelişiminde gözlemlenen kültür temel bir olgu, bağrında geliştiği toplumu zor ve sömürü aygıtları içinde giderek yutması, eritmesi ve bu olguya bağlı olarak Birinci Doğa ile ekolojik-simbiyotik ilişkiyi çözüp yıkarak onu sadece kaynağa dönüştürüp sömürmesi ve giderek tüketmesidir. Bu durumda toplumun iç çelişkilerle mi, yoksa ekolojik çelişkilerle mi uğraştırılacağı güncellik kazanmış bir sorudur. Cevap Birinci Doğa ve İkinci Doğa’nın büyük felaketleri yaşamaktan kurtulamayacaklarıdır. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşmenin vardığı düzey tüm etkili bilim çevrelerince toplumsal kanser (Biyolojik kanser de bu gerçeklikle bağlantılıdır) olarak değerlendirilmektedir. Bu konuda fazlasıyla gösterge mevcuttur. Nükleer silahlanma, çevre yıkımı, yapısal işsizlik, tüketim toplumu, aşırı nüfus artışı, biyolojik kanser, cinsel hastalıklar, artan soykırımlar bu göstergelerin belli başlılarıdır. Dolayısıyla mevcut çelişkili ve kanserli uygarlığı tahakkümcü ve sömürgen karakterinden çıkarıp dönüştürecek olan, eski uygarlığın çöküşünü tüm insanlığın çöküşü olarak görmek yerine, demokratik uygarlığın gelişimi ve başat hale gelmesi olarak değerlendirmektir. Bu durumda toplumsal kültürlerin daha kalıcı olduklarını, kültürlerin uygarlıkları dönüştürme gücünde olduklarını, uygarlıkları hem farklılaştırıp geliştirdiklerini hem de köklü dönüşümlere uğratma önemlidir. Bir toplumdaki uygarlığın yıkılmasını köklü kayıp olarak değerlendirmek şurada kalsın, eğer kültürün hem yapısal hem de anlamsal olarak gelişmesine yol açmışsa, bu yıkılışı son derece olumlu bir gelişme olarak yargılamak gerekir. Eğer uygarlık dönüşümüne yol açmışsa, bu gelişmeyi köklü kurtuluş ve özgür yaşama kavuşma olarak dayatıyor.

Ekolojik değerler soykırımı

Egemenlikçi-devletçi sistem toplum üzerinde olduğu kadar doğa üzerinde de hükümdarlık kurmuş ve tam bir talan/yağma alanı haline getirmiştir. Ülkeyi kalkındırma, ekonomiyi geliştirme, sanayileşme adına sınırsız bir tüketim içerisine girilmiştir. Ormanlar yağmalanmış, akarsuların akışı engellenerek yönleri değiştirilmiştir (Dicle, Fırat, Munzur ). Bunun bir sonucu olarak akarsuların yaşam verdiği o toprak parçalarında hayat durma noktasına getirilmiştir. Sadece bununla da kalmayarak, o kuraklaşan toprakların kendileriyle var ettikleri birikim ve tarihi miras yok olmakla karşı karşıya getirilmiştir. Kapitalist modernite koşullarında bir yıkım ve tüketim ile karşı karşıya getirilen Türkiye, bozulan ekolojik dengesine paralel doğanın da dengesi bozulmaya başlamıştır. Plansız kentleşme doğanın aleyhine bir seyir izlemiştir. Üretimin gerçekleştiği en verimli topraklar beton yığınlarıyla doldurulurken, akarsular üzerinde inşa edilen dev barajlar, kuruldukları o topraklar üzerinde bulunan her şeyle birlikte tarihi sular altında bırakılırken (Hasankeyf: 12 bin yıllık tarih 50 yıl için yok edildi ), termik santrallerle doğanın yeşiline son verilmeye, canlı organizmalar kanserli hale getirilmeye başlanmıştır. ( Şırnak-Silopi son üç yılda ilde 511 ölüm, 11 bin kişi de engeli oldu. TÜİK verisi ) Dicle-Fırat ve en son Munzur suyunun eklenmesiyle de Kürdistan’daki tüm nehirler devlet tekeline alınmaktadır. Kürdistan’da su kaynakları ve toprakla bağlantılı olan ve kar getirecek hangi kaynak varsa el konulup talan edilmektedir. Savaş politikaları su üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Rojava, Başûr ve Bakûr’daki tüm su kaynakları silah olarak halka karşı kullanılmaya çalışıldı. Kürdistan’da doğa ve halka yaklaşım bu çerçevede gerçekleşmektedir.

Kürdistan’da doğa katliamları tehlikeli eşikte

Kürdistan coğrafyasında gerçekleşen bu doğa katliamı daha da tehlikeli boyutlara çıkarılmıştır. TC’nin devlet olarak şekillenmeye başladığı 1950’ler sonrası ABD ile içersine girilen yeni-sömürgeleşme süreciyle birlikte bu daha da sistemli hale getirilmiştir. 

Aynı yıllarda Tarım Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük olarak kurulan “Devlet Üretme Çiftlikleri”, “Kesimlik Hayvan Mandıraları”, “Petrol ve Maden Arama Tesisleri” başta olmak üzere; Atatürk (Urfa- Adıyaman), Batman, Birecik (Urfa), Devegeçidi (Diyarbakır), Dicle (Diyarbakır), Karkamış (Gaziantep), Kralkızı (Diyarbakır) adları ile inşa edilen barajlar projesi” ve bu barajlar üzerine kurulan HES’ler, “GAP” bunlar arasında önemli yer tutmuşlardır. “Ilısu Barajı” ve “Munzur Barajı” projeleriyle daha ileri boyutlara taşınmıştır. Bu projelerle sadece doğa üzerinde değil, bir tarih ve kültürün katliamı gerçekleştirilmek istenmiştir. 12 yıllık Allianoi antik şehrini sular altında bırakacak olan barajlar, Hasankeyf üzerine kurulan Ilısu Barajı ve Dersim ile anlam kazanan Munzur Suyu üzerine kurulan barajlar bunun somut gerçekleştirilme biçimidir. 

Kürdistan coğrafyasında gerçekleştirilen doğa katliamı aynı zamanda Kürt tarihi, ulusal değerleri ve birikimi üzerinde gerçekleştirilen katliamlar olma özelliğini taşımışlardır. Sadece bununla kalınmayarak insanın doğasını da etkileyen bir özel savaş stratejisi çerçevesinde uygulamaya konulan bir politika haline gelmiştir. Bu politikalar da toplum kırım, ekolojik kültürel soykırım boyutunu oluşturmaktadır . 

Kaynak: http://www.lekolin.org/news_print.php?id=3255