O kapı henüz aralanmadı

- Simten COŞAR
500 views

Türkiye’de 31 Mart 2019’da düzenlenen yerel seçimler, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) örneğinde 2002 yılında genel seçimlerde çoğunluk oyuyla hükümet etme gücünü eline geçiren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yereldeki güç kaybını gözle görülür hale getirdi. Bu, kurumsal iktidara gelişinden itibaren geçen on yedi yılda sandıklara dayalı geldiği çoğunlukçu yönetimini normalleştirme yönünde gündem tutturmuş olan bugünün AKP’sinin söz konusu gündeminde çözülmeye, siyasi güç kaybına işaret etmektedir. Yanı sıra, partiyle ilgili olarak nicedir kulislerde gezinen, içeriden rahatsızlıklar, bölünme, yeni partileşme haberlerinin yerel seçim sonuçlarıyla birlikte hız kazanan somutlaşma sürecine girdiği görülüyor.

Ancak, burada temkinli bir okumaya dayanmak yerinde olur: 31 Mart yerel seçim sonuçlarının ve özellikle İBB Başkanlığı’nın Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adayı Ekrem İmamoğlu karşısında kaybedilmiş olmasının, AKP’nin tabanındaki bir kopuşa işaret ettiğini söylemek için çok erken. Güç ve/ya da yetki merkezlerindeki bu el değiştirmenin, AKP’nin zamanla uzaklaştığı, 1980 sonrası merkez-sağ çizgisine yeniden talip olan ve AKP’nin temsil ettiği temel siyasal hatlardan sapmayan bir siyasal parti arayışını ve bu yöndeki hazırlıkları hızlandırdığı söylenebilir. Nitekim, AKP içinden Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Abdullah Gül gibi isimlerin ön plana çıktığı yeni partileşme girişimlerinin, söz konusu isimlerin siyasal kayıtları ve uygulamadaki tercihleri göz önüne alındığında tabandaki kopuşu değil, AKP’yi bir zamanlar sahiplendiği tek lidere kilitlenmeye çalışılan, faşizme çalan otoriter politikalardan serbest kılma derdini temsil ettiğini söylemek mümkün. Pek tabii, bunca otoriterleşmeye dayanamayan bir sünni-müslüman seçmen kitlesini resmetmek, son yılların otoriter bulantısını biraz giderebilmek ve seçimlerle görünürleşen çoğunluğun vicdani reflekslerini okşamak açısından gerekli referans noktası. Politik olan bir arada yaşarken, bizlere dokunan konularla ilgili kararların ve pratiklerin süreçsel ilişkilenmelerle işletildikleri bir alana tekabül ediyorsa, böyle bir resmetmenin uzun vadede kurumsal karşılığı -doğru düzgün demokratikleşme- elbette gerçekleşir.

Demokratikleşme kapısı henüz aralanmış değil

31 Mart yerel seçim sonuçları, öncesi ve sonrasında AKP’ye muhalif, AKP’nin ve yeni rejimin yürütücülerinin artan otoriterleşmesine karşıt ve bundan bıkkın seçmen gruplarında ve yorumlarında AKP’nin on yedi yıldır, sahiden bıktırtan güçlenişinin, artan baskısının sonuna gelindiğinin, artık değişimin başladığının işareti olarak okundu; hâlâ da öyle okunuyor. Öte yandan gerek ezberden bakıldığında, gerek ezbersiz izlendiğinde İBB’nin artık din temelli muhafazakâr-neoliberal idarecilerin hükmünden kurtulması tereddütsüz önemli bir gelişmeyken bu kurtuluştan aslan payını kapanlar söz konusu olduğunda, Türkiye siyasetinin geneline yönelik bir demokratikleşme kapısının aralandığından bahsedilemez. (Yanı sıra, neoliberal tercihlerin terk edildiğini söylemek için de erken.)

Evet, İstanbul’u alan Türkiye’yi alır: Onca sayıda, çeşitlilikte nüfusuyla, onca varoşuyla, hâlâ ranta açık topraklarıyla, yeni, eski ve yeniden inşaat halindeliğiyle, Türkiye’nin genelinin içinde debelendiği sosyo-ekonomik krizi en iyi yansıtan gelir ve dolayısıyla yaşam uçurumlarıyla Türkiye’nin farklı bölgelerinin farklı şehirlerinde farklı mahallelerin bir araya getirilmişliğini resmeden bu büyük-şehrin idaresini üstlenen Türkiye’nin temsili idaresini de üstlenmiş olur, pek tabii. Aynı zamanda önemli bir sermaye akışının pay alanlarından da olur.

Ama Ekrem İmamoğlu’nun İBB başkanlığına iki kez seçilmesi gücün, sermayenin, kurumsal iktidarın bir çırpıda el değiştirivermesini, AKP’nin siyasal gücünde, toplumsal takipçiliğinde ortaya çıkıveren düşüşü, Türkiye’de tarihsel olarak hiç eksilmeyen otoriter yönetme zihniyetinin birdenbire gerilemeye başladığını, son kırk yıla damgasını vuran, askeri darbeyle gelen ve kalan neoliberal otoriter yönetme biçiminin ortadan kalkışını işaretlemiyor. Kısaca listelersem: Ekrem İmamoğlu içerisinde faaliyette bulunduğu siyasal parti itibarıyla yeniliğin simgesi değil. Kullandığı dil de yeni değil. Aksine, 1980’lerin asker dışı dilini temsil eden Anavatan Partisi’ni anıştıran bir yankısı olduğunu söylemek mümkün. Pek tabii ki, özellikle -sembolik tarih olarak- 2013’ten bu yana yönetimin şiddetinin salt Türkiye’nin olağan şüphelilerine değil şüpheli şüphesiz, muhalif addedilenlerin geneline uzanmaya başlamış olması, muhaliflerin düşmanlaştırılması ve ulusal güvenlik sebebi kılınmaları, İmamoğlu’nun seçim kampanyası sırasında sünni-müslüman kimliğiyle birlikte kucaklayıcı bir portre çizmesini ayrıcalıklı bir çerçeveye yerleştiriyor. Ancak bu ayrıcalığın, son altı yıldır muhalefetin genelini hedefleyen baskıcı uygulamaların yeni İBB başkanının kutuplaştırıcı olmayan konuşmalarında yer yer uğradığı sürç-i lisan anlarıyla 1994’te İBB başkanlığına gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın o dönemlerdeki dili arasındaki aile benzeşmesine dikkat çekmeyi engellememesi gerek. Bu benzeşmenin es geçilmesinin, her şeyden önce, 2013 öncesi eksik olmayan baskıcı uygulamaların olağan şüphelilerine haksızlık olduğunu belirtmekle yetineyim.

Sünni-müslüman Türk erkek lider imajı

Öte yandan, İmamoğlu’nu İBB başkanlığına getiren hattın, ortalığa fazla yayılmasa da belirleyici bir bileşeni olarak kadınların siyaseti söz konusu aile benzeşmesini dağıtma gücüne sahip. Feminist gözle bakıldığında, bugün Canan Kaftancıoğlu dokuz yıl sekiz ay hapis cezasıyla karşı karşıya olmasının bununla bağlantılı olduğu reddedilemez. Yine, CHP’nin İBB’yi kazanmasında önemli bir diğer bileşen olarak HDP seçmeninin oyları göz ardı edilmemeli.

Öyleyse, bugün İBB başkanlığının AKP’den çıkmış olması, ülkedeki genel siyaset açısından önemli değişim ipuçlarını içermektedir. Ancak, ezbere dayanmadan bakıldığında, söz konusu ipuçları özenerek ve sakınarak okunduğunda, CHP’nin tarihsel evrilişi, Türkiye’nin merkez (sağ) siyasetine çok uygun bir erkek figür olarak Ekrem İmamoğlu profili, kampanyasının başından itibaren ve seçildiği günle birlikte artarak ön plana çıkan sünni-müslüman Türk erkek lider imajı, aynı zaman dilimine yayılan Cumhurbaşkanlığı namzetliği, yerelle ilişkilenmesi oranında ülke genelindeki siyasetteki görünürlüğü itibarıyla tek adam siyasetini sona erdirecek bir potansiyelde olup olmadığı şüphelidir. İmamoğlu’nun belediye başkanlığını Türkiye’de demokratikleşme açısından önemli kılan, seçim ekibi, seçim sürecinde kurulan ittifaklardır; belediye başkanlığı sırasında bu arka plana uygun politika yürütülmesi yakın vadede İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı yapmaz ve lütfen yapmasın. Ama uzun vadede, 2014’ten bu yana yerel düzeyde de eşbaşkanlık sisteminin işlediği Kürt siyasetinden de öğrenerek tek başkanlığın işlediği yönetimlerden doğru ülke genelindeki siyasal alanın genişlemesini, özgür katılımın olası olduğu bir siyasal anlayışın yaygınlaşmasını mümkün kılabilir. Uzun vadede.

Eşbaşkanlık tüm ülkeye yayılabilir

Zira, bir yandan Diyarbakır, Mardin ve Van’da seçimle kazanılmış belediye başkanlıklarının kayyımla gasp edilmesi ve bu hak ihlalini barışçıl yollarla protesto edenlere yönelik saldırılarla eşzamanlı olarak Saray’da Cumhurbaşkanıyla bir araya gelen ‘29’ Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan herhangi biri sistematikleşen kayyım uygulamalarını belediye sorunu olarak tahayyül etmemiş, diğer belediye başkanlarını böyle bir ihtimali düşünmeye çağırmamıştır.

Ama umuttan vazgeçmenin anlamı yok. Gün gelir, eşbaşkanlık tüm ülkeye yayılır; Kürt siyasetinde kadınların ısrarla, inatla ve Türkiye feminist hareketiyle farklılaşarak gelişen bağlantıdan imtina etmeden, önce parti politikasına, ardından Siyasal Partiler Yasasına ekledikleri bu uygulamayla birlikte, kadın dayanışması ve feminist önceliklerle usul usul örülen demokratik uygulamalar ülkeyi kapsar.

Neden olmasın! Gültan Kışanak’ın, güzelim ‘Kürt Siyasetinin Mor Rengi’ne ilk katkısında dediği gibi, “… nehirlerin tersine akmayacağını bir kez daha yaşayarak göreceğiz.”