Özgürlük için dışlanmayı göze almak

- Deniz ÇINAR
679 views

mansetSoykırım üzerine araştırmalar, özellikle “soykırım” terimi Birleşmiş Milletler sözleşmesiyle hukuki bir tanım kazandıktan sonra, yaklaşık 60 yıldır, insanlığa karşı işlenen bu büyük suçun karanlık yönlerine yanıt bulmaya çalışıyor. Bu konuda hiç de azımsanmayacak bir literatür oluşmasına rağmen yanıtları hâlâ müphem kalmış sorular var. Bu sorular arasında insanlık için, hem bireysel hem de toplumsal bir yüzleşmeyi, bunun peşinden gelecek itirafı, sorumluluğun yükünü kabul etmeyi ve değişimi şart koştuğu için, en lanetli olanlardan biri ise hâlâ yanıtını arıyor: İnsanlar soykırıma neden sustu?

Soruyu Türkiye’nin soykırım tarihini da dahil ederek genişletebiliriz. Henüz 100 yıl önce yaşanan Ermeni soykırımı sırasında bu toprakların insanları, komşusu gözünün önünde kılıçtan geçirilirken neden sustu? Günümüzde kalan pek çok tanıklık, Suriye çöllerine uzanan tehcir yolu üzerindeki Fırat Nehri’nin toplu katliamlar nedeniyle kan kızılına boyandığına şahitlik ediyor. Fırat kan akarken insanlar “normal” yaşamına nasıl devam etti? Haberleşme imkânları günümüze göre çok kısıtlı olsa da katliamları hiç mi kimse duymadı? Komşularının katline tanık olanlar direniş gösteremez miydi? Katliam önlenemez miydi? Aynı veya benzer sorular, çok uzak bir geçmişte yaşanmayan Yahudi soykırımı sırasında Almanlar için de geçerli veya çok daha yakın bir zamanda Ruanda ve Bosna soykırımlarını izleyen tüm dünya için de…

Ölüm sessizliği tüm çıplaklığıyla karşımızda

TURKEY-ISTANBUL-DEMONSTRATION- 1ST MAYTürk devletinin tüm imkânlarını kullanarak Ermeni soykırımını reddetmesi nedeniyle 100 yıldır Türkiye’de neredeyse hiç sorgulanmadan yanıtı boş bırakılan “Toplum, katliamlara neden sessiz?” sorusu, 7 Haziran’dan sonra devletin tüm güçlerini kullanarak başlattığı savaşta tüm çıplaklığıyla yine karşımıza çıktı. Kürt çocukları, sadece Kürt oldukları için öldürülürken, cenazeleri günlerce yerde bekletilirken, kokmasınlar diye buzdolabında saklanırken bu toplum niye sustu? Cizre’de 3 ayrı bodrumda çocuklar da dahil olmak üzere yüzlerce insan yakılırken bu toplum niye sustu? Ses verilemez miydi, bu katliamlar engellenemez miydi? Direnilemez miydi?

Soruların akla yatkın yanıtlarını bulabilmek için geri dönüp tarihte yaşanan katliamlara bakmak gerekiyor. Bugün kimimizi sanki ilk kez yaşanıyormuş gibi şaşkınlığa sürükleyen bu ölüm sessizliği daha önce de defalarca yaşandı; belki alacağımız dersler geçmişin en karanlık günlerinde saklanıyordur.

Şiddet ve kitle kıyımları üzerine çalışan Fransız tarihçi ve siyaset bilimci Jacques Sémelin, İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen ‘Arındırma ve Yok Etme: Katliam ve Soykırımın Siyasi Kullanımları’ isimli kitabında pek çok başlığın yanı sıra kitle katliamları sırasında yaşanan suskunluğu da bu konuda incelemeleri bulunan pek çok araştırmacıyı referans vererek irdeliyor. Sémelin, ‘Katılım, rıza ve direniş arasında toplumsal’ başlığı altında “Bir toplumun tümüyle yekpare ve tek tip olduğu fikri tümüyle soyutlamadır; insan zihninin tahakküm ve inanç şemalarına meydan okuma yetisini küçümser” diye yazarak, tüm Hutuların Tutsiler’den nefret ettiğinin, tüm Sırpların milliyetçileştiğinin ve tüm Almanların Hitler iktidarı ele geçirir geçirmez kendilerini “Aryan” hissettiğinin söylenemeyeceğini vurguluyor. Her ne kadar totaliter iktidarlar toplumun bağrından çıkmış ve o toplumun bir ürünü olsa de Sémelin, Hitler’e verilen genel desteğe rağmen gündelik hayatta reddetme tutumlarının yaşandığını yazıyor.

Suskunluk sarmalı

Tüm toplum yekpare ve tek tip değilse ve küçük de olsa reddetme, hatta direnişler görüldüyse, peki neden kitlesel suskunluktan söz ediyoruz? Veya daha yakıcı bir soru, neden suskunluk bu reddedişleri, direnişleri görünmez kılacak derecede bir güç haline geliyor? Sémelin, bu noktada özellikle siyasal iletişimin öngörülemez seçim sonuçlarını açıklamak için kullandığı, Alman sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen “suskunluk sarmalı” kavramına başvuruyor.

boyun-egmeGenel olarak suskunluğun, kitle katliamlarının yaşandığı dönemde yok edilme, öldürülme korkusundan kaynaklandığı ileri sürülür, oysa suskunluk sarmalı kuramı bireyin yok edilmekten değil, içinde bulunduğu aidiyet grubundan dışlanma korkusuyla sustuğunu tespit eder. Birey, grubundan yalıtılmamak, dışlanmamak için düşüncelerini ifade etmekten kaçınır. Bu kaçınma özellikle istikrarsızlık durumlarında birey, karşıt konumlar arasında taraf seçmek zorunluluğuyla karşılaştığında ciddi biçimde kendini dayatır.

Düşman olarak tasvir edilen ‘öteki’nin dışlanmasına direnmek için irade gösterecek olanlar, önce bu dışlanma ve yalıtılmayı göze almak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla bu tercih aynı zamanda varoluşsal bir tercihtir; bireyin içine doğduğu, yaşadığı, duygusal bağlarını sürdürdüğü çevreden kopmayı göze alması gerekir. Bu aynı zamanda kişiyi kayıtlara geçmeyen gündelik ırkçılığın da hedefi haline gelmeye direnç göstermek zorunluluğunda bırakır.

Çözülen toplumsal bağ

Sémelin, bu iradeyi gösterecek bireyin çözülen toplumsal bağ krizi içinde kalacağını da yazarak “toplumsal bağın çözülüşü”ne örnek olması açısından Yugoslavya’da komünist özyönetim döneminde hüküm süren “Halkların kardeşliği” ideolojisinin savaş döneminde nasıl yerle yeksan olduğunu da anlatıyor. 1990’ların başında Bosna toplumunun gitgide parçalanması ve siyasi savaşımın etnik bir karaktere bürünmesi ile karşı karşıya kalınan tehlike toplumsal bağın çökmesi olmuştur. İyi komşuluk ilişkileri bozulmuş, ortak sosyalleşme mekânları veya aynı etkinliklere katılma sıklığı azalmıştır. Herkes “kendi” grubu içinde kalma eğilimi göstermiş veya buna teşvik edilmiştir.

Kitapta bu ayrışmaya örnek olarak Norveçli antropolog Tone Bringa’nın, 1993 yılında Bosna savaşı sırasında Hırvatlarla Müslümanlar arasında geçen ‘Hepimiz komşuyuz’ adlı filmindeki iki yaşlı kadının hikâyesi gösteriliyor. Filmin başında köyünkadin-mor-balon-ozgurluk en eski iki dostu olan, yan yana evlerde 40 yıldır kız kardeş gibi yaşayan biri Katolik, biri Müslüman iki kadın birbirine “Ne olursa olsun biz kahvemizi birlikte içeceğiz” sözü verir. Bu dostluk çok geçmeden Hırvatlar yakın bir köyde katliam yapınca bozulur, iki kadın artık görüşmez olur, taraflar birbirini suçlar ve sonunda düşman olurlar.

‘Öteki’nin dışlanmasına direnmek için irade gösterecek olanların, kendi grupları içindeki dışlanma ve yalıtılmadan sonra ‘öteki’ tarafından da dışlanıp yalıtıldığını, çok geçmeden “düşman” kategorisi içinde kodlandığını tarih kanıtlıyor. İrade göstermek, toplumsal bağların çözüldüğü böyle bir aşamada tamamen yalnızlaşan birey için sadece kendinden alabileceği sarsılmaz bir güce sahip olmayı gerektiriyor.

Dışlanan üçüncü kişi olmayı göze almak

Sémelin, “Toplumsal bağın evrimi şiddetin gelişiminde belirleyici bir role sahipse şiddet, salt cellatlar-kurbanlar ikiliğine indirgenemez. Bu iki terim arasında daima bir üçüncü kişi vardır. (…) Üçüncü kişi kurbanların tarafında bir tutum takınırsa şiddeti engelleyecek bir girişimde bulunma imkânına sahip olabilir. Dahası ‘tabandaki’ bu dayanışma belki de yeni bir kamuoyunun, ama bu sefer direnen bir kamuoyunun oluşmasına zemin hazırlayabilir. Ancak, bu üçüncü kişi, kurbanların çektiği acılara tamamen kayıtsız kalırsa işte o zaman çok daha yoğun bir şiddet sahnelenebilir” yazıyor.

Çok da uzak olmayan geçmişe baktığımızda tarih bize ayrışmayı, dışlamayı değil, dayanışmayı öğütlüyor. Bugün yeniden kullanıma giren ve sıkça tekrar edilen “Susma sustukça sıra sana gelecek” sloganındaki kendi rahatını düşünen, içinde faydacı bir tını olan iddianın aksine, sıra bize gelmeden ve sıranın bize hiç gelmeyeceğini bildiğimiz durumunda bile kendi gruplarımıza çekilmeyi değil, birlikte mücadele etmenin yolunu gösteriyor.

Çünkü içine düştüğümüz suskunluk sarmalından ancak bu şekilde çıkmamız mümkün. Dışlanmayı, yalıtılmayı, damgalanmayı, hatta cezalandırılmayı göze alacak iradeyi göstermediğimiz sürece yeni bir kamuoyu oluşturamayacağımız, muktedirin belirlediği sınırlar içinde susarak ve yalnız ve geride sadece susmanın utancını bırakarak yok olup gideceğimiz artık bir kehanet değil. Öyleyse şimdi, dilimizi, sloganlarımızı, önyargılarımızı değiştirip küçük gruplarımızdan çıkarak hep birlikte ve çok yüksek sesle bağırmanın tam zamanıdır: An azadî an azadî!