SES
Bir ses yükselir direnişin notalarından
Yoldaşlığı mı anlatıyor desem,
Yoksa yaşanmışlıkları mı?
Özlenen gülüşleri mi,
Yoksa çocukların çığlıklarını mı?
İşte tarifi yapılamıyor ey!
Fakat yeniden bir şeyler oluyor
Ve tarifsiz yolculuklar çağırıyor
Yeniden ve yeniden…
Gitmeli yeniden, çıkılmalı kapılardan
Düşülmeli o yolların uzunluğuna
Belki yürüyerek belki de koşar adımlarla
Güneşi sunmasının vakti gelmiştir artık
Analara, çocuklara, halklara
Ve sesi daha da yükseltmenin gerekliliği
Haydi tutasın elimden
Sırtlanasın kavgamızı
Bu ses bizim..
(Yürüyen tarihime sana atfen…)
DESTAN YÖRÜK (Ayşe Deniz Karacagil)
Merhabalar tarih kokulu yoldaşım;
Bazen bir yoldaşa sıcakça söylenen bir merhabanın değerini düşünüyorum. Sonrasında kendi kendime “yaşamımızda paha biçilemez ne çok şey var” diyorum. İnsanlığa sıcak bir merhaba demeyi unutturan bir sisteme inat “merhaba” demek bile bir karşı duruşun sembolü olmuş.
Seni tanıdığım günden bugüne dair yazma çabası verecek olursam; herhalde en iyi öğrendiğim şey, seninle birlikte, bir kadına, kadın yoldaşa duyulabilecek o derin duygulardı. Tarihin şahitliğini yapmış ve her bakışı bile öğretici olan gözlerini görmek, insana sorumluluk bilincini yeniden kuşandırması adına büyük bir güç kaynağı oluyor.
İçeri girer girmez “Aaa kırmızı fularlı kızımız” diyerek beni kucaklayışın geliyor aklıma. O an anladım ki bu kucaklaşma farklı bir kucaklaşmaydı. İçimdeki tüm kirli yapışkanlıklarımın bir nebze olsun iyileştiğini hissetim. Adeta acılarımızı kendi tarihine alıp yükleniyor gibiydin.
Ama ben kendi ağırlıklarımı sana yüklememek adına suçluluk hissettim. Asıl ben yüklenmeliydim taşıdığın tarihi ve de tanık sıfatındaki gözlerindeki o derinliği… Yoldaşlığın tanımı da zaten bu yoldan geçmiyor mu? İlk kısa sohbetimizde “Sen nerede olursan ol bize emanetsin” diye bir cümle kurmuştun. Bunun üzerine hala yoğunlaşmaktayım. Aitlik konusu ile birleştirdiğimde de bir sonuca ulaştım: “Aslında biz bu yaşamla birlikte birbirimize ait olmakla mükellefiz.“Senin yaşamdaki duruşunu, konuşmalarını ayrıntılarıyla izlediğim çok oldu. Bunca bedelli, şahitliğini yaptığın tarihin karşılığını aradığın belli oluyor. Ve o an içinde “Ne yapmalı da doğru bir sonuç elde etmeli” dediğini duyar gibi oluyorum. Bu yönde bizlere dair ya da yaşama dair anlatımlarını daha da özenle dinlemeye başladım. Çünkü aradığın çözümlerin yolunda sana yardım edebilmek isterdim.
O derin sevda yüklü yüreğinin kavgayla çarpışmasında yan mevzinde olmak istedim. Onca yükün tek başına taşınmasının, bazen yalnız hissetmenin ne olduğunu, anlaşılmamanın ne kadar acı verdiğini bir nebze de olsa çok iyi öğrendim. Bunu anlamak için bu sistemde kadın olmak bile başlı başına yeterli olabiliyor. Bu sürece kadar bir kadın olarak hep tekleşmeyle yüz yüze kalmıştım. Buna rağmen, tüm kirliliklere rağmen direnmeye de devam etme çabasını unutmamak gerek. Bilinç eksikliği, yöntem yanlışlıkları da; hep düşünceleri taşıyan ve yöneten beynimin bir köşesinde beni hapsetti. İlk hapishane deneyimimin Antalya/ Alanya L Tipleri olmadığının o zaman farkına vardım. “Küçük Militan, Dağların Özgür Kadını, Cesur Kız, Cesur Yürek, Free Deno, Kırmızı Fularlı Kadın” lakaplarıyla birlikte ben neden sabit kalmaktaydım? En son “Küçük Deniz…” Aslolanı ile karşılaşana kadar kendime bu soruyu yöneltim. Ben Küçük Deniz’dim. Onların sıra neferi seçilmiştim. Bunun yükü adımın konulduğu anda omuzlarıma koyulmuştu. Taşımam ve sahiplenmem gereken bir yaşam bu yaşama dair yolculuklar beni beklemekteydi. Belki de beni PKK’ye getirmeye iten olgunun merkezinde bu yük itekletici roldeydi. Ve elbet seni ve birçok değerli yoldaşı tanımamı sağlayan da…
1 Mayıs 2015- Dünya Emekçiler Günü… Böylesi bir günü ve doğum gününü birlikte kutladık. Gökyüzünü ay ile süslemişti doğa. Belki de doğanın sana bir hediyesiydi. Ay, Tanrıça kutsallığını senin
emeğine armağan etmişti.
Sende doğayı hissediyorum, emeğin kokusunu alıyorum. Halkların güzelliğini görüyorum, çocukların kahkaha seslerini buluyorum. Bir emekçinin, bir köylünün akan terinin değerini buluyorum. En önemlisi, sende kavgamı görüyorum. “Ne yapmam gerekiyor?” sorusunun cevabını buluyorum. Sende bedenimin yenilenme evrelerini görüyorum. Gözlerinin tanıklık ettiği zulmü yaşıyorum. Ve tüm bunlar soluğumu kesiyor, ardından derince bir nefes alıyorum.
Hep demişimdir, “Ben ecele inanmıyorum.” Ecelsiz ölüm tuzağına yakalanmaktan korkmuyorum. Çünkü bazen en ağırı yaşamak oluyor. Hele bir de yitip gidenlerin ağırlığını, sevdasını omuzlamak… İşte asıl zor olanı bu oluyor. Göğüslemek bir başına, bir işkence. “Filistin askıları, elektrikli sandalyeler vız gelir” dedirtiyor böylesi.
Var mıdır? Bunun ötesinde bir acı? Ben henüz bilmiyorum. Sonra bir şiir dizesi geliyor aklıma:
Tükür yüzüne celladın,
fırsatçının, hainin,
dayan tırnak ile diş ile
dayan rüsva etme beni.”
Sonra başka bir ustanın “Hiçbir kurşunun, toprağın insandan değerli olmadığı” haykırışı geliyor aklıma. Bazen bu şiirlerin sahipleri Onlardır diyorum, bizleriz diyorum. Bazen de daha ince bir sanatın sahibi olduğumuzu hissediyorum.
Yiğitçe ölen, şehit düşen yoldaşlarımız bir eser bırakıyorlar bizlere. Biz onların çırakları, öğrencileri oluyoruz. Ve ustalarımızın (Devrim ustalarımızın) emeğinin hakkını doğru vermek gerektiği ile işte tam o zamanlarda başbaşa kalıyorsun. İşte senin dünyaya gelip, bugün bizlere kavuşman bana tüm bunları yeniden hatırlatıyor. O an “büyük boyut” dediğim sorunlar, bana bir gülümseyişin ile toz-duman oluyor. Asıra dair olmasa da, sana dair ve senin asırlık yaşamına dair bunları hissettiğimi ve yalnız olmadığını belirtmek isterim. Bunun adı anlamak, bunun adı aşk, bunun adı hissetmek, bunun adı paylaşmak, bunun adı YOLDAŞLIK. Ve ben her koşulda tüm yoldaşlık hissiyatlarımı sana hediye ediyorum. Bu sürece kadar ödediğim, ödemeye hazır bulunduğum tüm bedelleri bu özel günde sana hediye ediyorum.
Ve zalimlere inat kavgama olan bağlılığım ile sizlerle paylaşmaktan onur duyuyorum.
Kavgamızın ortasında seni her daim sevecek olan yoldaşın;
Küçük Deniz
*Raqqa’da ölümsüzleşen Ayşe Deniz Karacagil’in Kürdistan dağlarında kaleme aldığı mektuptur