Özlemek nedir bilir misin?
Ey ay gülüşlü
Güneş yüzlü
Şimşek gözlü
Kahraman çocuk
Bilir misin
Anıların akınca yüreğime
Vurur göğsümün kafesine
Niye yoksun
Diyemez dilim
Çünkü
Yokluğun yaşamak içindir
Yaşamak ise ölümden geçer
Ama neylersin işte
Bir naçar yürektir bizimkisi
Kaldıramaz hasreti ve
Özlemi seçer
Güneş ülkesinde uyanmak
Elimde silahıma sıkı sıkıya sarılmışım. Ah kalemim diyorum ama, yani yaşamın nöbet kuralı. Nöbette düşünmek serbest ama tüm dikkatin çevreye verilmesi kaydıyla, başka da her şey yasak. Uyanan doğanın sesi ister istemez beni Mozart’tan Rodrigo’ya kadar götürüyor. İsmini hatırlayamadığım İtalyan kemancının notalarının dökülüşünü anımsatan gece cırcır böcekleri ve yılan olduğunu sandığım sesler korosu yavaştan azalıyor. Onları bastıran değişik tonlardaki keklik sesleri ve isimlerini bilmediğim cıvıldaşıp nazlanarak, doğmaya başlayacak olan güneşi selamlamaya hazırlanan koro. Tan atmamış ama yavaştan gökte ışık hızı uzaklığındaki yıldızlar ışık kapasitelerine göre kaybolurken, görüş alanım da genişliyor. Dakika dakika seçebildiğim mesafe artıyor.
İçinde bulunduğumuz dolun en üst yamacında dolu çevreleyen dağ parçasının kıvrımlarını seçiyorum. Koyu renk tonda boya ile çalışan bir ressamın fırçalarının itinalarından belli oluyor. Yıllardır keklik sesleri duymadım, bu kadar kuş korosu bir arada dinlemedim. Her çıkan sesten birisine kur yapan, yavrusunu uyandıran, uzağa haber salan, kimbilir belki de hiç tahmin etmediğim hareket, düşünce dünyasındalar. Ne olursa olsun, Güneş ülkesinde doğanın uyanışına böyle tanık olmanın yarattığı duygu dünyası tarif edilemez.
Hafif esen rüzgar gece helikopter gibi saldıran sivrisinek ordusunu dağıtmış durumda ve tüm arkadaşlar tatlı bir uykuda, kim bilir hangi rüyadalar.
Bütün gece sadece iki saat uyumuş olsam da dakikaların uzamasını istiyorum. Gel gör ki doğanın kanununu, dünyanın dönüşünü durdurabilir miyim? Hayır! Ve yeni gün doğuyor, nöbet saatim bitiyor. Doğal koro eşliğinde sabah serinliğinde bir saatlik tatlı bir uykuya dalıyorum. Güneş ısıtıyor ve saat 6’ya on kala kahvaltı sesi ile uyanıyorum. Un çorbası, ekmek ve çayımız var. Kahvaltıda herkes rüyasını anlatıyor gülüyoruz. Kobralar (sivrisinekler) soktuğundan, Devran arkadaşın deyimi ile herkes yarım kilo almış.
Halklar cenneti Kürdistan
Halklar cenneti olarak kabul gören ama halklar mezarlığı haline getirilen Mezopotamya’nın özgürlük umudu olan partimiz PKK önderliğinde 15 Ağustos Atılımı ile başlayan silahlı mücadelemizin, tarihin akışını tersyüz eden miladi gerçekliği; gün geçtikçe daha çok anlam kazanmaktadır. Her köşesi ayrı bir cennet olan ülkemiz Kürdistan’da “derya içinde olup deryayı görmeyenler” misali köleler ordusu olan bizleri ölüm uykusundan uyandırıp cennet ülkede yeni yaşamın kurucuları, dolayısıyla onun savaşımının savaş tanrıları-tanrıçaları olma gerçekliğini ve zorunluluğunu ayrı bir savaşla yürüten Parti Önderliği’nin, bilimsel önderlik gerçekliğinin kendisidir.
Gözlerin tanıklığı
Bugün de benim unutamayacağım manzara, bombalamadan geriye kalan görüntülerdi. Gazetede orman yangınını çok yazdık, bir-iki fotoğraf verdik değişik alanlarda ve bombalamanın ürünü olduğunu yazdık ama ilk kez gözlerimle tanık oluyordum.
İlk önce dumanlar yükseldi. Akşama kadar Zap’ın kenarında iki dağ arasında görünmeyen ve iki gün önce yeni eğitim adaylarının kaldığı alan yandı. Akşam ise bizim durduğumuz tarafa geçti. Geniş bir alana yansımıştı, yayılıyordu. O an istediğim, kamera veya fotoğraf makinemin olmasıydı. Ama ne yazık ki yoktu ve görüntüyü alamayan ben, asla unutamayacağım yangının yayılmasını nasıl yazacağım endişesini taşıyordum. Kalemim yettiğince sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Benden bir parçaydı yanan
Bu beş günde neler olmadı ki! Yanan orman noktasına ikinci kez hem de 18 Ağustos günü gittim. Yer yer hala yanıyordu. Gündüz gözüyle de gece gözüyle de görme olanağı oldu. İçim yandı. Sanki yanan benden bir parçaydı. Güney Batı’da ormanın içinde yakılan arkadaşların cesetleri, onların fotoğrafları aklıma geldi. Daha da yakını kutsal değerim Dr. Agır, Seyit, Kemal ve 8 arkadaş meşe ormanlığı içinde yakılan cesetlerinden geriye kalan gözlük (Seyit), ilaç (Dr. Agır) kutusu ve kalem (Kemal arkadaş) aklıma geldi. Gözlerim doldu, göğsüm tıkandı.
Gerilla kızgın savaş hazırlığında. Güçler hızla yer değiştiriyor, değişimler, düzenlemeler, ihtiyaçları karşılama vb. vb. Ben de bu düzenlemeler içerisinde yerimi aldım. Tam da o ormanın yandığı Kure jahro denilen dağın stratejik yerinin savunmasında yer alacaktım. Bir anlamda üç gündür yanıyor olan ormanı söndürecekmişiz gibime geliyor. Dağa baktıkça nasıl tırmanacağım diyorum ama yanan o orman benim ülkemdi, onun ciğerleriydi, toprağıydı. Öylesi ormanlarla kutsal değerimin de içinde olduğu yoldaşlar beraber yanmıştı. Kabem Ko Spî gözümün önünde, o da yakılmıştı. ‘94’e köyüm Ziver’in güzelim doyum olmaz bahçeleri, evleri de böyle yanmış olmalıydı. Ben onları savunacaktım, savunmalıydım. Bunun için mutlaka tepeye ulaşacaktım.
Su ve ateşin sesi
Gece ateşin ışığında yazı yazmak bir ayrı. Alevlerden yükselen ses ve uzaktan hafiften gelen su sesi ayrı bir ses tonu oluşturuyor. Alevlerden böylesi seslerin çıktığını ve alevler iyice incelendiğinde yanan odun cinsinin yerleştirilişine göre renk tonlarının nasıl değişkenlik gösterdiğini yeni görüyorum. Küçük radyomdan yükselen Rodrigo’nun müziği eşliğinde alevleri izlemenin verdiği etki olacak ki, renk tonları bir başka.
Agır’a özlem
Şimdi radyoyu açtım. Ahmet Kaya’nın “Serhat’ta akşam oldu” ve “ağladıkça” türküsünü dinliyorum. Dr. Agır bunu ne kadar severdi. Agır aşkına dinliyor, yaşıyor, çalışıyorum. Agır sevdasına, özlemine.
Torunları özgürlüğe sevdalandı
Şeyh Sait’in idamının 71. yılı. Bugün 72. yılına girdi. Direnişi ve katliamlar hakkında çok şey söylendi. Torunları silahlandı, özgürlüğe sevdalandı onun gibi “Nemır” oldular. Küçüklüğümde beni de çok etkiledi, bugüne kadar da. ’93’te İstanbul’da onun adına kurulmak istenen vakfa üye ve başkan yardımcısı oldum. Devlet izin vermedi, biz çalışmaları sürdürecektik ve geldim.
Herşey Kürdistan için
Agır’ın sevgisini kendimde geliştirdikçe, çevreme veriyorum. Onun aşkını kendimde büyütükçe, bitimsiz bir enerjiye kavuşuyorum. Onun aşkı ile kendimi donattıkça bireyselliği bırakıyor, genelleşiyorum. Evet, devrimde aşkla yürüyeceğim. Aşkla. Acılar var, sevgiler var, ayrılıklar var. Ama her şey sosyalizm, özgür Kürdistan için, onun ölümsüz şehitleri ve güzel insanları için.
*7 Ekim 1997 tarihinde Gare’de sonsuzluğa erişen Gurbetelli Ersöz’ün gerillada tuttuğu günlükten alıntılanmıştır.