Eğitimin aşk değil kabus olduğu günler

- Dicle FIRAT
555 views

EGITIM PROTESTO 2Türkiye gibi bir üçüncü dünya ülkesinde büyüyen bir çocuksanız, ağzınızdan çıkan ilk heceyle “okuyup adam olmak” önünüze konulan ilk hedef olur. Mahalledeki okuyan ağabey ve ablalar rol model olarak gösterilir. Ya okuyup adam olacaksınızdır ya da -burada genellikle anne kendisini gösterir- onlar gibi sürünüp, hayatınızı hep ukdelerle geçireceksinizdir.

Evde kafanızı çevirdiğiniz her yere ilginizi çekebileceği düşünülen kitaplar, dergiler konur ki açıp bakasınız da, bir kelime daha öğrenebilesiniz. Ayrımcılık yaptığımı düşünmezseniz, bu Türkiyeli Aleviler için daha fazla böyledir. Çünkü zaten doğuştan sahip olduğunuz ‘öteki’ kimliğiyle baş edebilmenin belki de en güvenli yolu okumaktır. Çünkü ancak okuyunca, kendinizi savunacak kadar güçlenebilirsiniz. Belki de filozofların söylediği bilginin en büyük güç olduğu tezinin, içgüdüsel keşfini yapmanın deneyimidir bunu söyleten.

Küçük kızın öğrenim öyküsü

MANSETŞimdi sizi küçük bir kız çocuğuyla tanıştıracağım. Babaannesinin az önce belirttiğim içgüdüsüyle okula adeta sırtından iteleyerek gönderdiği, ailenin tek okumuşunun küçük kızının öyküsünü onun ağzından dinleyecek-okuyacaksınız. Okumanın, aslında hep yeni şeyler öğrenmenin erdemini babasının ‘öğretme’ mesleğinin de yardımıyla daha agucuk yaparken öğrenen bu küçük kız bakalım bize neler anlatacak:

“Köy öğretmeni babam ile bulduğu her romanı yutarcasına okuyan ilkokul mezunu bir annenin ilk çocuğu olarak doğdum. Annem Kerime Nadir okurdu, babam Maksim Gorki. İçimdeki romantik ile realistin hep kavga etmesinin nedeni belki de henüz okuma yazma bilmediğim için kapaklarına hayranlıkla baktığım o kitaplardı. Aynı bahçe çitinin içindeki öğretmen lojmanının tam karşısındaki tek derslikli ilkokul önce oyun alanım oldu. Sonra ısrarlarıma dayanamayan babamın aldığı önlüğü 4 yaşımda üstüme geçirip, en ön sırada oturduğum sinema salonum. Sinema salonu gibiydi çünkü, benden büyük ağabey ve ablalar babamdan bir şeyler öğrenmeye çalışırken, sürekli lafa karışır, onları güldürürdüm. Hayatımın erkenden başka bir yöne evrilmesi ise bir yıl sonra oldu.”

Kendinizi o sınıfta hayal ettiniz mi siz de? Bakalım küçük kızın öyküsü nasıl devam edecek?

Samed Behrengi, La Fontaine yok artık

EGITIM PROTESTO 3“Bir yıl sonra okula babamın ‘müfettiş bey’ dediği bir amca geldi. Babam çok heyecanlıydı, çünkü nasıl o öğrencilerine not veriyorsa, müfettiş amca da babama not verecekti. Öğrencileri kaldırıp sorular sormaya başladı. O sırada gözleri, ön sırada kendisine iki beden büyük gelen önlüğüyle oturan bana takıldı. Kalkmamı ve benden 3. sınıf Türkçe kitabındaki Mavi Kuş adlı şiiri okumamı istedi. Tam o sırada babam, ‘O öğrenci değil kızım’ diyordu ki, ben şiiri kesintisiz okumaya başladım. Babamın, sınıftaki öğrencilerin ve elbette müfettiş amcanın da okuma yazmayı kendi başıma öğrendiğimi şaşkınlıkla öğrendiği an o andır. Babamın bütün itirazlarına rağmen 5 yaşında ikinci sınıfa başlamam ve sonra hayatımın kuşakdaşlarımdan daha hızlı akmasının startının verildiği an. Size bu öyküyü niye anlattım biliyor musunuz? Çünkü artık 5 yaşındaki çocuklar benim gibi okumayı, kitapları, bilmeceleri, bulmacaları, ansiklopedileri, filmleri, başkentleri, dağları, nehirleri, bizim orada yaşamayan hayvanların adlarını öğrenemeyecek. Çünkü onlara Samed Behrengi’den, onun eşsiz masallarından bahseden öğretmenleri olmayacak. Çünkü La Fontaine’nin fabl’larındaki karga ile tilkiye kahkahalarla gülemeyecekler. Çünkü okullarındaki öğrendikleri deneyleri, evde yapmaya kalkışacak kadar bilime sevdalanamayacaklar. Onları başka diyarlara götürecek roman kahramanlarıyla tanışamayacaklar. O romanlar gibi satırları yazmayı hayal edemeyecekler. Tarih kitaplarının sayfalarının arasında kaybolup, ‘Keşke Büyük İskender’i tanısaydım, keşke Göbeklitepe’yi yaratanları izleseydim’ diyemeyecekler. Matematik formüllerinin aslında hayatın içinden doğduğunu, hayatımızın her anının matematiğin kendisi olduğunu düşünmeyecekler bile. Doğduğumuz/büyüdüğümüz topraklarda bizden önce kurulup/yıkılmış medeniyetleri, o medeniyetlerden bizlere kalanları, üç Semavi dinden önce doğmuş ve üç dine de sızmış Alevi inancından haberleri bile olmayacak. Gorki’nin Pavel’inin devrimciliğini, Tolstoy’un Anna Karenina’sının romantizmini, Raskolnikov’un kendini sorgulatan zekasını, Camus’ün idamı bile umursamayan Meursault’unu, Süskind’in kokuyuz karakteri Grenouille’yi, polisiyenin her şeyi Doyle’un Scherlock Holmes’unu, Sabahattin Ali’nin Maria Puder’ini, Jane Austen’in Mr. Darcy’sini hiç tanımadan yaşayıp gidecekler.”

Okullar şirkete dönüştürüldü

Küçük kızın anlattıkları böyle. Onun cüOGRENCI 2mleleri, şaşkınlığı, biraz da öfkesi Türk devletinin yap boz tahtasına çevirdiği ve adına yeni müfredat dediği şeyin sonucu. Neden biliyor musunuz? Çünkü şu anda Türkiye’de kurumsallaştırılmaya çalışılan eğitim sistemi, ne kendi başına okuma yazma öğrenen çocuklar doğuracak ne de okumayı/öğrenmeyi aşk gibi içselleştiren yeni kuşaklar. Elbette adlarına okul denilen ama artık camiden/mescitten farkı kalmayan yerlerden bir şeyler öğrenecekler. Ama öğrendikleri şeyi, içlerinden geldiği gibi değil, severek değil, dayakla/şiddetle öğrenecekler. Kitaplar onlar için yeni bir dünyanın kapısını aralamayacak. Tersine, üstlerine kapatılacak karanlık bir hücrenin kapısına dönüşecek.

Yani tıpkı Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’da söylediği gibi herkesin istediği gibi yaşadığı uzak bir ülkenin özlemini duyuyoruz. Çünkü okula giden her çocuğun, ailesine bir düşman gibi döneceği çağlardan geçiyoruz. Tabii istismara uğramazsa, tabii servis araçlarında unutulup havasızlıktan boğulmazsa, tabii sınav stresinden canına kıymazsa.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) “2016 Tek Bakışta Eğitim” adlı yıllık raporunda, 38 OECD üyesi ülke arasında 35. sırada yer alan Türkiye’de, dershaneler kapatılarak “özel okul” statüsüne getirildi, okullar birer şirkete dönüştürüldü, eğitim ticarileştirildi.

Anlayacağınız mekan Türkiye’yse yazının başında sözünü ettiğim, okumanın kurtuluş olduğu zamanlarda değiliz. O yüzden Türk eğitim sistemine çocuğunu emanet eden her anne/babanın “Bu böyle olmaz” demesinin zamanı geldi de, geçiyor bile.