Ekonomik krizin cinsiyeti

- Rojda YILDIRIM
1.1K views

“Yoksulluğun kadınlaşması” kavramı, ilk olarak 1978 yılında feminist yazarEKONOMI - TARIM Diane Pearce tarafından kullanılmıştır. Pearce, bu kavramı Amerika’da yoksulların büyük bölümünü kadınların oluşturması, kadınların ekonomik üretime yüksek oranda katılım göstermesine rağmen durumlarının aynı paralelde kötüleşmesini açıklamak için kullanmıştır. 1995’te Pekin’de yapılan dünya kadın konferansında ise “Yoksulluğun kadınlaşması” tanımı resmi olarak kabul edilmiştir.

Elbette ki burada sorunu tanımlamak için sınıfsal sömürü tek başına açıklayıcı bir kavram değildir. Kadının ilk ezilen sınıf, ulus ve cins olması, kendi yarattığı ekonomik alanın dışına itilmesi, dolayısıyla ekonominin cinsiyetçileştirilmesi gibi bir sonucu doğurmuştur. Salt genel bir sınıf analizi değil, toplumsal cinsiyetçilik rolleri yoksullaşma ve yoksulluk deneyimini belirlemede belirleyici olmuştur.

Yoksulluğun kadınlaştırılması

Kadınların erkeklere geleneksel olarak tabi kılınması ile kadın yoksulluğu birbiriyle doğrudan ilişkili mevzular. Yoksulluğu yaşama biçimleri kadınlar ve erkeklere göre farklılaşmakta, kadını “sınıfın sınıfı” olarak konumlandırmaktadır. Gerek ev içinde gerekse de çalışma alanlarında cinsiyete dayalı işbölümü kadın emeğini görünmez kılmakta, ev içi görünmeyen emekle “kamusal” alanda açığa çıkan emek kadınlar ve erkekler arasında eşitsiz bir yapılanmaya neden olmakta, yoksulluğu kadınlaştırmakta, kadının içinde bulunduğu statü ile yoksulluğu aynı paralelde derinleştirmektedir.

Yoksullukla mücadele etmeye çalışan geniş yığınlar, sömürü sisteminin nesnesi olan kadınlar, kendi bağımsız ekonomik alanlarını yaratamayan ve bir çeşit bağımlılık ilişkisi içinde olan bütün sosyal kesimler, iktidar ve devletin kendini yeniden ürettiği alanlar olmaktan kurtulamamaktadır. Dolayısıyla kapitalizmin yaratığı yoksulluğu ataerkil yapılanmadan bağımsız ele alamayız. Çünkü kadınların yoksulluğu, toplumsal olarak onaylanmış cinsiyet rollerinden başka bir şey değildir.

İş alanlarında cinsiyetçilik

KADIN ISTIHDAMIKadınların hangi ülkede olursa olsunlar her türlü kaynağa ulaşmalarının engellenmesi, gelirlerin erkekler ve iktidar sahiplerinin ellerinde toplanması, üstelik kadın emeğinin de hem değersizleştirilmesi hem de anlamsızlaştırılması yoksulluğun kadın açısından farklı yaşanmasına neden olmaktadır.

BM verilerine göre dünya üzerinde kadınların çalışma oranı %40’ı bulurken, çalışan yoksulların %60’ına tekabül etmektedir. Elbette ki bu bir tesadüf değildir. Kadınlara biçilen cinsiyetçi özellikler olan itaatkarlık, arka mutfak çalışmaları, angarya işleri gibi alanlarda kadınların yoğunlaşmasına neden olmakta, aktif diyebileceğimiz iş alanlarından dışlanmalarına sebep olmaktadır.

Öte yandan, “masa başı iş”i diyebileceğimiz çalışma alanlarında ise kadınlar “cinsel obje” olarak konumlandırılmakta. Kadınlarda beden ve cinsellik ölçülerinin aranması, “güzel” ve çirkin” şekilde sınıflandırılıp kategorize edilerek iş alanları açılmakta. Bu alandaki cinsiyet ayrımcılığı kadınların yaşadığı derin sömürüyü gizlemekte, ataerkilliğin kendini yeniden üretmesini sağlamaktadır.

Kadınların toplumdaki eşitsiz konumları ve cinsiyete dayalı işbölümü, kadınların yoksullaşmasına, yoksulluğun kadınlaşması ise kadınların eşitsiz konumlarının pekiştirilmesine yol açmaktadır.

Ataerkillik, cinsiyetçilik ve yoksullaşma

Türkiye gibi sonradan gelişme gösteren ancak ekonomisini büyük oranda savaş ekonomisi olarak şekillendiren ülkelerde ise yoksulluğun kadınlaştırılması en uç düzeyde yaşanmaktadır. Hele hele AKP iktidarıyla birlikte toplumsal cinsiyetçiliğin daha da derinleşmesi, kadınların geleneksel aile içinde tanımlanması, kadınların işgücü dışına itilmesi ataerkillikle cinsiyetçiliğin, yine yoksullaşmanın at başı gitmesine sebep olmaktadır. Erdoğan iktidarının “kadının yeri aile ve çocuk doğurmaktır” söylemi kadını sosyal ve toplumsal alanlardan tasfiye edilmesine, adım adım ev içine hapsedilmesine doğru yol almaktadır.

Kimi istatistiklere göre Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı %26,2 iken, erkeklerde %72,4’e tekabül etmekte ve istihdamdaki nüfusun %73,3’ünü erkekler oluşturmaktadır .

Kuşkusuz bu sonuçların ortaya çıkmasında kadını “ev hanımı” olarak gören zihniyet sorumludur. AKP iktidarı ideolojik yeniden yapılanmada kadına ve erkeğe biçtiği toplumsal cinsiyet rolleriyle erkeği yeniden “ev reisi” kadını da “ev kadını” statüsünde yeniden tanımlamış, bu sınırları zorlayan, yaşam tarzıyla farklılaşan kadınları da “sapkın” ilan ederek toplumsal lincin ve devlet şiddetinin hedefi haline getirmektedir.

Savaş politikaları ve hortlatılan cinsiyetçilik

turkiye-de-kadin-olmak-ne-demek-816Kadına dönük şiddette yaşanan artış hem ataerkil şiddetin derinleşmesi hem de savaş politikalarının toplumsal cinsiyetçiliği daha da hortlatmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Ekonomik olarak sürekli toplumu terbiye etme, açlıkla kendine bağlama yöntemi kişiliksizleşen toplum gerçekliğine yol açmakta, mücadele zeminleriyle buluşmayan geniş kitlelerde ise kadına dönük şiddet olarak geri dönmektedir. Devlete güç getiremeyen, cinsiyetçiliğin biçtiği “aile reisi” rolünü oynayamayan erkek bunun acısını kadından çıkarmakta, öfkesini kadına yöneltmektedir. Dolayısıyla ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik durum ile yaşanan krizlerin faturası bir şekilde en yoksullara ödettirilmekte, en yoksul da güçten düştükçe en diptekine yani kadına müdahale ederek küçük iktidar alanını korumaya çalışmaktadır.

Dolayısıyla kriz döneminde artan yalnızca devlet şiddeti değildir, devletin ekonomik ve psikolojik şiddetinin yanı sıra, kadına yönelik erkek şiddeti de artış göstermektedir.

Kürt düşmanlığının yarattığı savaş ekonomisi 

EKONOMI - PAZARElbetteki burada “Krizin cinsiyeti olur mu?” sorusu önem kazanmaktadır. Krizin cinsiyeti ataerkil temelde başgösterir. Çünkü iktidarın ve devletin bir cinsiyeti vardır. O da erkeklik ideolojisidir. Kadınlık da bu krizin kendini yeniden ürettiği bir saha konumuna getirilmektedir. Krizin cinsiyeti “erkekçe” yaşanır, “kadınca” yoksullaştırılır. Çünkü kadın bedeni böylesi süreçlerde daha fazla sömürünün ve her türlü şiddetin hedefi haline getirilir.

AKP faşist iktidarının neredeyse tüm ekonomiyi Kürt düşmanlığı üzerinden yapılandırması Kürdistan’da yoksulluğun kadınlaşmasının iki kat daha fazla yaşanmasına sebep olurken, yoksulluk aynı zamanda Kürtleştirilir de. Kürt halkının meralarına el konulması, hayvancılığın öldürülmesi, tarım arazilerinin büyük oranda işlevsiz kılınmasının bedelini sadece Kürt kadınları değil bütün Kürt toplumu ödemektedir. Ancak burada yoksulluk Kürtleşirken toplumsal cinsiyetçilikten bağımsız olmamaktadır. Bio-iktidarla erkeği teslim almaya çalışan devlet, güçten düşürülmüş “erkek” bir şekilde bunu kadın üzerinden yeniden kimlik kazandırmaya dönüştürmek istemektedir. Kadına dönük yaşanan her türlü şiddet bundan bağımsız değildir.

Ekonomik çöküşün “komplo teorisi” 

Ya da Türkiye’de her gün artık görmeye alışık olduğumuz milliyetçi, cinsiyetçi hezeyanlar yaşanan yoksullaşmanın, sömürünün perdelenmiş hali olarak yansımaktadır. Her ekonomik çöküşü bir “komplo teorisiyle” açıklama becerisi gösteren iktidar cehaletin nimetlerinden faydalanmakta, bir taraftan dış bir düşman yaratırken öte taraftan da ülkelerinden zorla göçerttirilen “Suriyeli Arapları” hedef tahtasına oturtmakta, veya da “PKK ekonomimize saldırıyor” diyerek algılar yaratabilmektedir. Yandaş olmanın her şey olduğu, ideolojik teslimiyetin kutsandığı Türkiye gerçekliğinde ırkçılık cinsiyetçilikle harmanlanmakta, erkek saldırganlığı teşvik edilerek devlete yönelecek olası tepkiler ve öfkeler kadına ve farklı etnik topluluklara kanalize edilmektedir. Bu tıpkı Ortaçağ’da ekonomik buhranlar yaşayan yeni yetme burjuvazinin kiliseyi de önüne katarak tüm kötülüklerin sebebinin kadınlar olduğunu söylemesiyle başlayan cadı avlarına benzemektedir. Katmerli sömürüyü kaldıramayan toplumların öfkesi kadınlara kanalize edilerek sistemi restore etmekten geri durmadılar. Günümüz Türkiyesi’nde yaşanan tam da Ortaçağ Avrupası’nın cadı avlarıdır.

Kendi sistemini kurmak açısından hiçbir ahlaksızlıktan kaçınmayan AKP iktidarı Nurcan Karakaya örneğinde olduğu gibi insanları ve çocukları tıpkı ayinlerde olduğu gibi kurban vermekten de çekinmemektedir.

Savaş ve krizin harcı cinsiyetçiliktir

EKONOMI - BIBER - KADINHatta bu derin sömürü biçiminin tıpkı kadınlarda olduğu gibi görünmeyen bir diğer yüzü de körpecik çocuklardır. Gerek Kürdistan’da gerekse de Türkiye metropollerinde gündelik olarak 12 saat çalışan ve aylık 400 TL alan çocukların dramını ise anlatmaya kelimelerin gücü yetmez. Yoksulluk sadece kadınlaşmamakta aynı zamanda çocuklaşmaktadır da.

Sadece ekonomi değil, bilcümle bir ülke baştan sona devrimsel süreçlerden geçmediği müddetçe toplumsal kıyımda hızından bir şey kaybetmeden devam edecektir. Zaten yoksul olan ancak milliyetçilik ve bir nebze de olsa cehalet şurubunu içenler, yaşanan krizler karşısında traji-komik durumlara düşerek iPhone’larını çekiçlerle kırmakta. Bu bir tepki biçimi değil belki de yozlaşmanın varacağı son noktadır.

Şu bir gerçek ki; yaşanan ağır savaş süreçlerinin ve bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik krizlerin ham maddesi cinsiyetçiliktir. O zaman en dipteki sınıf olan kadınların “elinin hamuruyla” siyasete, ekonomiye, toplumsal alana ve bilimum bütün yapılanmalara müdahale etmesi ancak özgürlükleri aralayabilir. Ekonomi bir kadın üretimiyken ve tersinden kadını her gün öldüren bir silaha dönüştürülmüşken, gerçek sahiplerine yani kadınların ellerine bırakılan bir ekonomiyle toplumsal cinsiyetçilik ve devlet denen aygıt değişecektir. Mesele burada kadınlara daha fazla iş bulmak değil, her alanda devrimler yapmaktır. Çünkü hiçkimse bu yozlaşmış düzene mahkum değildir.