Feminizmin dünü ve bugünü

- Hêja ZERYA
385 views

Feminist mücadelenin hem tarihini hem bugününü özetleyen bir pencere açmak iyi olur diye düşündüm. Farklı dönemlerin farklı ideolojik bakış açılarının birbirini tamamlayan, eleştiren, zorlayan-tıkatan veya önaçan görüşleriyle genel bir görünüme ulaşmak mümkün. Radikal feminist söylem ve  eyleme, kurtuluş ve özgürlük ihtiyacına ışık olan tutam tutam düşünce hüzmeleri bunlar.

Christine de Pizan, 15. yüzyıldan şöyle seslenir günümüze: “Hiçbir günah kadınınki kadar büyük değildir diyorlar, ama kadınlar adam öldürmezler, kentleri yakıp yıkmazlar, halkı ezmezler, toprakları yağmalamazlar, kundakçılık yapmazlar, sahte sözleşmeler düzenlemezler. Kadınlar şefkatli, nazik, yardımsever, alçakgönüllü, sağduyulu varlıklardır.”

Fransız devriminden devrimci ruhla seslenen Olympe De Gouges ise “Kadın, uyan; artık evrenin her yerinden duyulan mantığın seslerindeki haklarını yeniden tanı. Doğanın güçlü egemenliği, önyargı, fanatizm, hurafe ve yalanlarla çevrili değil artık. Gerçeğin yanan meşalesi budalalık ve zorbalık bulutlarını dağıttı çoktan… Seni engelleyen ne olursa olsun, kendini özgür kılmak senin ellerinde; sen, yeter ki iste.” der.

İngiltere’den Mary Wollstonecraft da kadın devrimine atıfta bulunarak şu sözlerle Olympe’ayı tamamlar: “Artık kadınların yaşam şekillerinde bir devrim gerçekleştirilmesinin zamanı geldi. Kadınlara yitirdikleri onurlarını yeniden vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalındı.”

Elisabeth Cady Stanton, “Biz, kadını vazgeçilemez olan tüm doğal haklarından alıkoyan herhangi bir kodu ya da inancı kabul edemeyiz….. İncil, Eski ve Yeni Ahit’te emredildiği üzere, kadını Tanrı tarafından uygun görülmüş alanda tutmak için kullanılmıştır” der.

Kadınlar kendi kaderlerini kendi ellerine almalılar

Margaret Fuller kadınların farklı bir enerjiye sahip olduklarını ortaya koyarak, “Kadınların, bir kadın gibi davranmaya ya da yönetmeye değil, fakat doğa gibi büyümeye, akıl gibi algılamaya, ruh gibi özgürce yaşamaya ve engellenmeden güçlerini ortaya koymaya ihtiyaçları var” der.

“Kadın doğulmaz, olunur” tespitiyle feminist harekete yön verenlerden Simone de Beauvoir, “Gerçekten, 1950’den beri hiçbir şey elde edemedik. Sorunlarımızı çözmek için sosyalist devrim yeterli olmayacak. Bugün feminizmden, kadınların özel talepleri için (sınıfsal çatışmaya paralel) savaşılmasını anlıyorum” diyerek reel sosyalizmi eleştirir ve “kadınlar kendi kaderlerini kendi ellerine almalılar” çözümüne varır.

Emma Goldman, “Kadının gelişimi kendinden, kendisi aracılığıyla olmalıdır. Kendini cinsel bir meta olarak değil, bir kişilik olarak ele almalıdır. Herhangi birinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek, tanrıya, devlete, topluma, kocaya, aileye vs hizmetçi olmayı reddederek, yaşamını daha basit, ama daha derin ve zengin yaparak… yani yaşamın anlam ve özünü tüm karmaşıklığıyla anlamaya çalışarak, kendini, toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” diyerek, anarşist eğilimiyle oluşturulmuş yargılara meydan okur.

Maria Mies, feminizmin farklı adlandırmalarla etiketlenmesine karşı çıkar vefeminist bir paradigmaya ihtiyaç olduğunu belirtir, “‘Kadın sorunu’nun öyle bir doğası vardır ki, basitçe diğer teorilere eklenemeyeceği gibi, bu teorilerin hepsini kökten eleştirir ve bütünüyle yeni bir toplum teorisi gerektirir” gerçeğine ulaşır. Bu teoriyi, “Feminizm kadın erkek ilişkisiyle başlayıp insanların doğayla ilişkisine, metropollerin sömürgelerle ilişkisine varıncaya değin bütün kapitalist ataerkil ilişkilerle mücadele etmek zorundadır. Feminizm, yalnızca bu ilişkilerden birisine yoğunlaşarak amacına ulaşmayı umut edemez, çünkü bunlar birbirleriyle ilişkilidir” biçiminde formüle eder.

Feminizmin öznesini inşa etmek

Chantal Mouffe 1970’ler sonrası gelişen kimlik politikalarını eleştirir. Radikal ve çoğulcu demokratik feminist politikanın amacını, “Kadın kimliğini – sınıf, ırk ya da cinsiyet – tekçi yekpare bir konuma indirgeyen bakış açısı ile karşılaştırdığımızda, bizim savunduğumuz çoğul özne konumları, ileriye doğru değişim için bir kuvvet oluşturmak açısından çok daha uygundur” görüşüyle ortaya koyar.

Judith Butler, “Kültürel siyasetin bu anı, yani kimilerinin ‘feminizm sonrası (post-feminist)’ diye adlandırdığı bu dönem, feminizmin öznesini inşa etme emri üzerine, feminist bir perspektiften düşünme fırsatını sunuyor belki de. Feminist siyasi pratik açısından, feminizmi başka temellerde yeniden canlandıracak bir temsili siyaset formüle edebilmek için, kimliğin ontolojik inşalarını radikal bir biçimde yeniden düşünmek şart görünüyor” diyerek, kadını biyolojik ve toplumsal kimlik olmaktan çıkarır, cinsiyetsizlik veya çoklu cinsiyet alanında bir tanımsızlığa sürükler.

Catherine MacKinnon, sadece kadın oldukları için erkekler tarafından ezilmelerinin kadınları ortaklaştırdığını söyleyerek, “Gerçekte kadınlık tikellikleri içinde evrenseldir” der. Rosi Braidotti ise, “Post-feminist neo-liberalizm tarihsel amnezi izleğinin bir çeşitlemesidir, çünkü diğer kadınlarla ortak bir bağ bilincinin reddini ifade eder” diyerek kadınları ‘kolektif bir tekillik’ olarak görür. Bu düşüncelere katılan Aksu Bora, “Cinsiyet her ne kadar çoklu bir kimlik ise de maruz kaldıkları eşitsizlik, ayrımcılık ve baskı, kadınlar arasında bir ‘negatif ortaklık’ kurar ve feminist politikayı mümkün kılan budur” der.

Eşitlik/farklılık karşıtlığının tıkatıcılığı

Silvia Federici, “Kadın bedeni, devlet ve erkekler tarafından temellük edildiği ve emeğin yeniden üretimi ile birikiminin bir aracı olarak işlev görmeye zorlandığı oranda, kadınların sömürülmelerinin ve direnişlerinin esas zeminidir” der.

Çin’den bir ses Zeng_Zhisheng post-modern feminizmi, “Bu akımın önemli bir özelliği ideolojik sistemlere ve politikaya karşı tepkisel davranması ve politikayı sevmemesidir…. Post-modern feministler insanlar arasındaki ortak çıkar duygusunun, yerel, geçici ve göreli olduğunu ve belirli öne çıkan talepler etrafında birleşik bir mücadele cephesinin asla oluşmayacağını ileri sürmektedirler. Bu tür bir düşünsel eğilim, post-modern feministlerin baskıya karşı direniş çabalarını zayıflatabilmektedir” der.

Eşitlik/farklılık karşıtlığının tıkatıcı olduğunu belirten Gülnur Acar Savran, “Bu ikiliğin eşitlik yanında somut politikalar yatıyorsa, farklılık yanında politikasızlık var gibi görünüyor….. feminizmin ikinci dalgasının çıkışındaki radikallik bu ikilemin iki kutbu arasında parçalanıyor, berhava oluyor” uyarısında bulunur.

Josephine Donovan, üçüncü dalganın pek çok açıdan ikinci dalgaya karşı hareketin ve karşı devrimin bir parçası görülebileceğini söyler, “Bazılarının yükseldiğini düşündüğü dördüncü dalga ise, bence geçmiş feminizmin çok daha güçlü biçimde canlanması ve yeniden formüle edilmesi anlamına geliyor” tahlilini yapar.

Amerikalı radikal feminist yazar Catharine Alice MacKinnon, Marxizm ile feminizm arasındaki bağlantıyı, “Marxizm için emek neyse feminizm için de cinsiyet odur: Tümüyle kendisine ait olduğu halde, insandan koparılıp alınan şey” biçiminde kurar.

Yeni rehberlere ihtiyaç var

Heidi Hartmann, “Marksistler patriyarkanın gücünü ve esnekliğini azımsamakla kalmadılar, sermayenin gücünü de abarttılar. Kapitalizmin, feodal ilişkileri parçalayan yeni toplumsal gücünü, neredeyse her şeye kadir olarak düşündüler” eleştirisinde bulunur.

Yine Amerikalı filozof ve radikal feminist yazar Ti-Grace Atkinson’un, “Kadınların baskı altına alınması… sınıf sisteminin başlangıcıdır ve kadınlar ilk sömürülen sınıftır” tahlili, feminist teoriye katkı sunar. “O günden bu yana gelişen her kültür, kurum ya da değer, o baskıyı büyük bir temel parça olarak içinde taşır” der.

Afsaneh Najmabadi, “Modern uluslar çoğunlukla aile metaforlarıyla tahayyül edilir. Ulusal cemaatin, bir erkek kardeşler birliği olarak inşa edilmesi, milliyetçilik ruhunun yaratılmasında erkek bağlarının merkeziliğine ve kadınların toplumsal sözleşmeden dışlanmasına işaret etmektedir” diyor.

Irkçılığı aşan feminist düşünceye yön verenlerden Bell Hooks, feminist harekete erkeğin dönüşümünde de sorumluluk yükler; “Feminist hareket, erkekler için de ataerkinin köleliğinden kurtuluş umudunu barındırır. Feminist düşünce ve hareket ilerledikçe, aydınlanmış feminist aktivistler sorunun erkekler olmadığını, sorunun ataerki, cinsiyetçilik ve erkek tahakkümü olduğunu gördüler…. Feminist erkekliğin gelişebileceği bir dünyayı nasıl yaratacağımızı gösterecek yeni stratejilere, yeni teorilere ve rehberlere ihtiyacımız olduğu açıktır” der.

Fatima Mernissi, “İslami sistem erkeği kayırmaz; erkeğin kendini gerçekleştirmesi en az kadınınki kadar zayıf ve sınırlı tutulmuştur” der.

Feminist emperyalizmin araçlarına dönüşmek

“Kişisel olan politiktir” sloganı etrafında 1960’lardan itibaren, cinselliğe ilişkin yerleşik görüşlere meydan okunduğunu belirten Fatmagül Berktay, “Ne var ki, cinselliğin tanımlanması öylesine zor ve olgunun kendisi toplumsal cinsiyet, sınıf ve ırk sorunlarıyla öylesine iç içe geçmiş durumdadır ki, cinselliğin toplumsal inşasıyla ilgili genellemeler yapmak, son derece zor ve sorunlu olmuştur… Cinselliğin biyolojik temeli, bedensel bir deneyim olduğu gerçeği, onun tek yanlı bir biçimde salt biyolojik bir edim olduğu yanılgısına yol açmıştır” der. “Cinsel kimlik”, “cinsel devrim”, “cinsel özgürlük” konularındaki yanılgılara dikkat çeker.

Vietnamlı Trinh T. Minha,

“Batılı feministler genellikle Üçüncü Dünya’daki kadınların geri ve uygarlık yoksunu yönlerine vurgu yapmaktadır; hatta bu tür uygunsuz görüşler, sömürgeciliğin ve yeni-sömürgeciliğin egemen olduğu günümüz dünyasında kutsal ve değiştirilemez kurallar olarak kutsanabilmektedir” der.

Küreselleşen feminizme karşı, devlet feminizmini geliştirmekle yükümlü BM feminizmi tehlikesine dikkat çeken Sylvia Marcos, “Bütün o forumlar insana dünyayı önüne açıyormuş izlenimi vermekteydi. Ama 1993’ten itibaren bu konu bile çok kritik bir hâl aldı… ‘Üçüncü Dünya Uluslararası feministleri’ arasında, çelişkili gündemleri konusunda bir mücadele sürüyordu… Benim gibi son derece radikal feminist konumlardan, feminist emperyalizmin araçları olmaya dönüştüler. Bu terimi kullanmak zorunda kaldığım için üzgünüm” itirafında bulunur.

Vandana Shiva, “Küreselleşme, geçim ve paylaşmayı öne çıkaran kadın merkezli bakış açıları, bilgi sistemleri ve üretim sistemleriyle patriarkal bilgi sistemleri arasında amansız bir yarışa neden oluyor. Yiyecek ve su, kar amaçlı şirketler tarafından yağmalandığında, kadınların ekonomileri ve bilgi sistemleri tahrip ediliyor” diyerek, yaşam ve geçimin ekolojik süreçlerle uyumlu olduğu dünya demokrasisini savunur.