Anasoyluların izindeyiz

- Songül ÖMÜRCAN
423 views
Erkek ve iktidarların lehine işleyen Türk hukuku, Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Leyla Güven’e 22 yıl 3 ay hapis cezası verdi. “Örgüt üyesi olmak” ve “örgüt propagandası yapmak” esası üzerinden sunulan gerekçeli kararda, Leyla Güven’in kadın özgürlüğü ile ilgili yaptığı konuşmaları, “nefret yaratan içerik” olarak tanımlandı.

Gerekçeli karardaki ilgili kısım ise şöyle ifade ediliyor: “Sanığın katıldığı eylem, etkinlik, gösteri ve yürüyüşlerde topluluğa hitaben söylemleri incelendiğinde; söylemlerinin, insanlığın aynı kök atadan gelme tespiti inkar içerikli, anlam ve içerik derinliğinden yoksun, sistematik şekilde anasoycu hitap tarzına dayalı olduğu, söylemlerin insanda saldırgan duygular oluşturacak biçimde anlamsız bir nefret yaratan içeriği olduğu…” tarzında devam ediyor. 

Söz konusu iddianamede yer alan ifadeler günümüz koşullarında bize absürt gelebilir ya da tuhaf karşılanabilir. Dünyanın herhangi bir ülkesinde anasoyluluk olsa olsa bir eğitim, antropoloji, sosyoloji veya tarihin konusu olurdu. Ama bir iddianamenin ve suçun konusu olmazdı. Söz konusu coğrafya Türkiye ise bunda şaşılacak bir durumun olmadığını sayısız örnekleriyle her gün deneyimliyoruz. 

Anasoylulukla derdiniz ne?

Evet, “anasoyluluk” kavramı literatüre bir suç tanımı olarak girdi ve Leyla Güven şahsında tüm kadınlar ve kadın hareketi tarihi yeniden yargılandı. Ancak iddianamede anasoyluluk kavramı üzerinde de ciddi ve kurnazca bir oynama yapılarak “anasoyculuk” olarak işlenmiş. Türk dil kurumu ya da sosyolojik tanımına baktığımızda anasoyculuk “kadın ırkçılığı”, bir cinsin üstünlüğünün savunulması olarak tanımlanıyor. Yani itham, bir çeşit kan bağına dayandırılan ırkçılık olarak işleniyor. “Anasoyculuk” ırkçılıkla eş anlamlı bir “kadıncılık” bağlamına oturtuluyor.

 Peki günümüzde bu ve benzeri kavramlardan neden bu kadar korkuluyor ve neden suç kapsamında iddianamelerin konusu yapılıyor? 

AKP-MHP diktatörlüğünün anasoylulukla nasıl bir derdi olabilir ki? Anasoyluluk tehlike olarak görülüyorsa vardır bir hikmeti. Bu kavrama ciddi bir reaksiyon gösteriliyorsa elbette ki arkasında yatan ataerkilliğin tarihsel travmasına bakmak icap eder. Çünkü “anaerkillik” (matriarkal), “anasoyluluk”, “ana-kadın düzeni”, “ana- hukuku” gibi kavramlar kadın direnişi ve varoluşu açısından tarihsel olduğu kadar,  kadının özgürlük kodlarını da tanımlar. Kimi kadın araştırmacılar tarafından ve feminist literatürün bir kısmında anaerkillik olarak tanımlanan neolitik toplumsal örgütlenmenin aktarılma süreci de anasoyluluk olarak adlandırılmaktadır. Anaerkillik, otoriterlik ve tıpkı ataerkillik kavramı gibi egemenlik çağrıştırdığı için şerh konulsa da genel anlamda en sık kullanılan tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Rêber Öcalan ise özgürlük savunmalarında kavramlara önem vermekte, neolitik döneme “ana-kadın eksenli toplumsal örgütlenme” ve “anasoylu kültürel-ekonomik örgütlenme” süreçleri olarak tanımlamaktadır. “Kadın eksenli”, “ana eksenli”, “anasoylu” gibi kavramlar kadın özgürlükçü toplumsal süreçleri adlandırmak açısından hayli öğreticidir. 

Anasoylu düzen yeniden gün yüzüne çıktı

Yüzyıllar boyunca erkek egemen sistem tarafından unutturulmaya çalışılan anasoylu düzen, kadın mücadeleleri sayesinde yeniden gün yüzüne çıkmış ve insanlık hafızasının derin katmanlarında yeniden canlanmaya başlamıştır. Üstelik bir hayal, kurgu olarak değil, tarihin en derin köklerinde varolmuş insanlığın temel kaynağı olarak…

Ana-kadın eksenli toplumsal düzen, anasoylulukla birlikte, sosyal, politik, cinsiyet eşitliğine dayanan bir sistem olarak yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmüştür. Soy zincirinin babadan ziyade anaya göre belirlendiği, kadının üretim sürecinde başat rol oynadığı, başta bilim, inanç ve ekonomik örgütlenme olmak üzere hukuk, eğitim ve ticaret (takas) gibi kurumların meydana geldiği, doğayla uyumlu, özgürlükçü ve eşitlikçi bir dönemden söz ediyoruz. 

Ataerkillik ise ancak toplumsal ve sistemsel kölelik ve sömürüyle mümkün olmuştur. Kadının anasoylu örgütlenme süreçlerine ait tüm değerleri tersine çeviren erkek egemen ideoloji günümüze kadar sürdürdüğü tüm varlığını ise kadın şahsında toplumsal özgürlüklere karşıtlık ve düşmanlık üzerine kurmuştur. Yani şunun şurasında tarihin en uzun erimli zaman diliminde sadece beş bin yıllık varlığını bile ancak zulümle sürdürebilmiştir. Bu zulmün temel objesi ise kadın olmuştur. 

Dolayısıyla kadın düşmanlığı ve kadın korkusu ataerkil sistemin de tarihsel travmasıdır. Sürekli ve kesintisiz bir sistemsel kriz halidir. Kadın özgürlüğünü çağrıştıran bütün olgulara saldırması da bu tarihsel özgürlük korkusundan kaynaklıdır. 

Kadın bedeninden inşa edilen mezarlıklar tarihi

Kadınların özgürlük literatürü ise erkek egemen ideolojinin kadın korkusunu çeşitli kavramlarla tanımlamıştır: “Jinefobi” veya “feminofobi”  gibi kavramlar kadınlara karşı bir psikolojik korkudan ziyade, ideolojik ve sosyolojik bir korkuya dikkat çeker. Genel olarak kadın düşmanlığı aynı zamanda “mizojini” 

olarak da tanımlanır. Yani kadından duyulan korku ve düşmanlık.

Erkek egemen sistem neredeyse beş bin yılı aşkın bir zamandır her türlü öldürücü silahını kullanarak kadına hükmetmeye çalışmıştır. Kadın kırımı sistematik olarak devam etmiştir. Bu beş bin yıllık tarih aynı zamanda erkeğin kadın bedeninden inşa ettiği bir mezarlıklar tarihidir. Ama tüm bu dehşetengîz çabalarına rağmen kadın korkusundan da kurtulamamıştır. Çünkü ne yaparsa yapsın kadın özgürlük gücü onun korkulu rüyası olmaya devam etmiştir. 

Amazon savaşçı kadın imgesi Atinalı erkeklerin kâbusu olmuştur. Lilith, tüm Semavi (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) dinlerin korku ve nefret simgesi olmuştur. Lilith imgesi, “Kadınların aklına girerek özgür olduklarını” fısıldayan sesin de ifadesidir. Havva’ya tanrının yasaklı elmasını (bilimi) “ye” diye teşvik eden ve yılan (güç ve şifa sembolü) kılığına giren de Lilith’den başkası değildir. Kızıl saçlı Lilith hep vardı ve ondan her zaman korkuldu. “Cadı, şeytan, ifrit” olarak adlandırılan Lilith çağlar boyu kadın direnişinin sembolü olmuştur.

Semavi dinlere göre ilk erkek olan Adem’e ve tanrıya karşı geldiği için lanetlenen, bilginin, bilimin ve özgürlüğün sembolü olan Lilith’in hayaleti beş bin yıldır bu sistem üzerinde dolaşmaktadır. Korkuları bu yüzdendir. Kadınları kırımdan geçirdiler ama kadının gizli bilgisinin nesilden nesile aktarımının önüne geçemediler. Kah cadı ilan edip yaktılar, kah günah abidesi deyip recm ettirdiler, kah şeytanla özdeşleştirip bütün kötülüklerin kaynağı olarak görüp kadın kırımından geçirdiler. Ama yine de kadın bilgeliğini, anasoylu süreği öldüremediler. Kadının anasoylu varoluşunu tarihten silmek için kurnaz tanrı Enki ana tanrıça İştar’ın doğurganlığını çalmıştır, ama yine de babasoylu yapamamıştır. Tanrı Marduk ‘Kader Tableti’ne sahip tanrıça Tiamat’ı (kafasına, kalbine ve rahmine atılan oklar ile) öldürtmüştür.  Kadının doğurganlığını çalan Zeus, bedeninden doğuramadığını kafasından doğurmuştur. Ama yine de Athena üzerinden yürüttüğü operasyon ile anasoyluluğu yok edememiştir.

Erkeği yutan canavar: Kadın rahmi

Analığın güçlü ve köklü kültürel- toplumsal değerlerini yok edemeyen erkek egemen sistem bu sefer onu her açıdan ideolojik karalamaya tabi tutmuştur. Erkek egemen mitolojide ve bütün tek tanrılı dinlerde kadın hastalıkların, kötülüklerin kaynağı olan tehlikeli ve korkulması gereken bir varlıktır. Pandora kutuyu açmıştır ve kötülükler tüm dünyaya yayılmıştır. 

Mitolojiden, tıbba, sosyal yaşamdan, psikolojiye kadar her alanda kadın hep tehlikeli ve korkulması gereken cinsiyet olarak damgalanmıştır. Kadın bedeni canavarlaştırılmış, kadın rahmi erkeği yutan bir canavar olarak tasvir edilmiştir. “Kadının ruhu var mıdır yok mudur” tartışmaları eşliğinde, kadının “histerik” ve “haset” dolu olduğu “psikoloji bilimi” tarafından yaygın işlenmiştir. Hatta Freud bir adım daha ilerleyerek kadını “dipsiz karanlık bir kuyu” olarak nitelendirmiştir. Erkek gibi olamadığı için “kıskançlık krizine” giren kadının ne kadar tehlikeli olabileceğinden dem vurulmuştur. Tarih, erkek egemen sistemin kadın korkusunu ve düşmanlığını birçok ideolojik yaratımla nasıl da tersyüz ettiğinin sayısız örneğiyle doludur. 

Bir zor örgütlenmesi olarak “babasoyluluk”

Anasoyluluk, kadından tüm topluma geçen bir tarihsel soy aktarım sürecidir. İnsan toplumsallığının en doğal hali anasoylu olmasıdır. Bu sebeple ayrıca bir kanıta ihtiyaç duymaz. Ancak erkek, babasoyluluğu yaratmak için devleti ve onun tüm zor aygıtlarını kurmuştur. Babasoyluluk bu sebeple anasoyluluktan farklı olarak ideolojik bir zor örgütlenmesidir. Temeli de devlet ve iktidardır. Babasoyluluğu korumak için de hukuk denen yasalar oluşturulmuştur. Temeli de babalık hukukuna 

dayanır. Dolayısıyla Anasoyluluk ile babasoyluluk kesinlikle aynı muhtevayı içermezler. Biri binyıllar boyunca oluşan doğal bir soy zincirine diğeri de sonradan oluşturulan ve temeli devlet ve iktidara dayanan, üstten dayatılarak oluşan bir soy 

örgütlenmesidir.   

Kırılma çoktan başladı

AKP-MHP faşist iktidarının Leyla Güven’e atfen suç kapsamında gördüğü anasoyluluk tam da bu sebepten ötürü sistemin tarihsel korkusudur. Leyla Güven şahsında ataerkil sistem, tarihsel olarak bir türlü başaramadığı ideolojik rövanşını almak istemiştir. Leyla Güven ve binlerce kadın özgürlük militanı, tarihten günümüze uzanan özgürlüğün, anasoylu duruşun temsilcileridirler. Derin korkuları bu yüzdendir. Leyla Güven şahsında bir gelenek, yani anasoyluluk yargılanmaktadır. Babasoyluluğun, baba hukukunun intikamıdır aynı zamanda. Tüm kadınların erkeğe itaat eden Havva gibi olmasını isteyen patriyarka, Lilith gibi kadın duruşlarını görünce de dehşete düşmektedir. Sonsuz saldırganlıkları güçlü oluşlarından değil, bu derin korkularındandır. 

Sistem tam da bu sebeple kadın nefretini, milliyetçiliği, ırkçılığı ve faşizmi gündelik hayatın ve toplumun tüm derinliklerine işlemektedir. Kadın katliamlarını özellikle teşvik etmesinin altında tarihsel korkuları yatmaktadır. Toplumsal cinsiyetçiliği günlük olarak besleyen ataerkil ideoloji, kanlı sistemini böyle ayakta tutacağını bilmektedir. Ancak yanıldıkları nokta; üçüncü cinsel kırılmanın bu kez kadın lehine olacağı ve 21. yüzyılın kadın çağına evrileceği hakikatidir. Ve bu kırılma çoktan başladı.