Uçurumların kıyısındaki zamanın başlangıcı…

- Newaya Jin
597 views

2Besê ana, akşam lözünün başındaki sohbetlerin baş konuşmacısıydı. O gelmişse kimseye konuşmak düşmez, kulaklarını dört açarak bu bilge kadından bir şeyler kapmanın yarışına girerdi herkes. Lözündeki közler karanlık gecede bir kızıllık yarattığında bu bilge ananın sözleri alevden izler bırakırcasına işlerdi yüreğimize. Kat kat giydiği elbiseler ve kafasına özene bezene sardığı kofisiyle Besê ana bana çok iri yarı görünürdü.

Uzun kemikli burnu ve ilerlemiş yaşına rağmen sapasağlam dişleri, kofinin altında iki kulağının ardından çıkarılmış kınalı iki ince örgü, hele de gözleri, onun duruşuna bir gençlik havası, bir dinçlik verirdi. Dimdik yürür, net konuşur, kızınca ağır küfürler söyler, sevinince kocaman kahkahalar atardı. O, bizim oraların gururu gibiydi. Eski toprakların sağlamlığına, gücüne, bilgeliğine bir kanıttı. Yüzündeki çizgiler anlatamayacağım kadar çoktu. Derin acıların yarattığı izlerdi bunlar. Her birinin bir hikâyesi varmış gibi gelirdi bana…

Öyleydi de… Besê ana katliamdan sonra ailesinin geri kalan üyeleriyle birlikte Batı Anadolu’nun bir kentine göç ettirilmiş ve hiç alışamadığı bu sürgün yaşamında kısa sürede annesini ve babasını kaybetmişti… Sürgündekilerin topraklarına dönmesine izin veren karar çıkar çıkmaz Dersim’e dönen aile, vasiyeti üzerine annesiyle babasının mezarından kemiklerini çıkarıp kendi köylerine getirmiş ve bu topraklarda gömmüşlerdi.

— Toprak hasretiyle eriyip gittiler gün gün. Her gün uzaktan görünen küçük bir tepeye bakar bakar ağlar, “Bizim dağların yerini hiçbiri tutmaz” derlerdi. Ben o zaman nereden bileceğim bu hasretin zehir olup bedenlerine aktığını, derdi.

Besê ananın bir oğlu zindandaydı, diğeri gerilla…

— Onlar bu toprağın hikâyesiyle büyüdüler. Onları kimse tutamazdı. Tutmak da olmazdı.

Kara parlak gözlerine sisten, nemli bir perde otururdu bunları anlatırken. Bulanık değildi ama bakışları. Şefkat dolu sesine tezat oluşturur bir öfke ile parıldayan bu gözler, o konuşurken yüzümüzde bir süre kalır ve bir şeyler arayan o bakışlar, neredeyse göğsümüzü yarıp da anlattıklarını içimize işler gibi üstümüzde sabitlenirdi. Onun gözlerine uzun süre bakmak zordu. Ben hemen hiç cesaret edemedim, ama sözlerini hiç unutmadım.

Elinde baston niyetine kullandığı sopasına dayanmış ve lözünden yayılan alevlerin ışığıyla parlayıp sönen gözleri çok hüzünlüydü bir gece. Birçok gece böyleydi ama o gece başka bir efkâr vardı gözlerinde. Sözleri dudaklarından ağır ağır ve çok uzak bir yoldan gelmişçesine yorgun dökülüyordu:

— Yüzlerce insanı ellerini ve ayaklarını birbirine zincirleyerek bağladılar. Bizi yürüttükleri bu yolun ölüme gittiğini biliyor ve nedense hiçbir korku duymadan ilerliyorduk. Derin bir acı vardı içimizde. Acımız ellerimizin bağlı olmasından, onların bizlere yaptığı hakaretlerdendi, ölüm korkusundan değil. Bir an önce son bulsun bu yürüyüş ve bir an önce ölelim de kurtulalım bu hakaretlerden diye dualar ediyorduk. Devletin, askerlerin ölüm dışında bir anlamı yoktu bizim için…

3Birçok yerde güzel kızların, gencecik gelinlerin kendileriyle olmaları karşılığında hayatlarını bağışlayacaklarını söylemelerine rağmen hepsi de onların eline düşmektense kendilerini uçurumlardan atmayı tercih etti. Herkesin gözü önünde uçurumlara koştu o kızlar…

Yanımdaki kadının çocuğu ölmüştü. Kundaktaki bebeği göğsüne bastırmış, ağlıyordu. Durup bir mezar kazmamıza izin vermeyeceklerini biliyorduk. Yürüyemeyecek durumda olan yaşlıları ve hastaları gruptan çıkarıp vuruyorlardı. Kadın, çocuğunun öldüğünü sakladı. Gözyaşlarını gizli gizli döktü. Hepimiz onunla beraber ağladık, bir çocuk cesediyle yürüdük o uzun yolu ve gizledik bu sırrı.

Bir derenin kenarına getirdiler bizi. Yüzlerceydik… Hepimizi bir araya topladılar. Makinalılar çalışmaya başladı. Silah sesleri vadide çınlıyordu. Silahlar nefret, öfke ve kan kusuyordu üstümüze. Cesetler üst üste yığıldı. Ben cenazelerin altında kaldım…

Dere kan akmaya başladı. Kıpkırmızı… O kayalıklar, sular, dağlar, taşlar halimize ağlıyordu sanki.  Askerler sağı solu kontrol ediyor ve hâlâ yaşayanları süngüleyerek öldürüyorlardı. Beni geçtiler. Nasıl fark etmediler bilmiyorum… Akşama kadar kımıldayamadım yerimden. Ölülerin altından zor bela çıktım. Benim gibi kurtulan beş-on kişi daha vardı. Onlarla birlikte dağlara koştuk. Saklandık. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bilemedik. İnsanları toplayıp toplayıp öldürmeye devam ediyorlardı.

Bir yerde dağ gibi yığılmış ölülerle karşılaştık. Uzaktan bakınca bir tepeye benziyordu insan ölüleri, korkuyla yanlarına yaklaştık. Öldürdükleri insanları üst üste yığmış ve gaz döküp yakmışlardı. Bedenler birbirine karışmıştı. Yanan insanların, kararmış bedenlerin nasıl koktuğunu bilir misiniz? Gördüğümüz bu manzara karşısında, bu vahşet karşısında kanımız kurudu… İnsanın insana böyle bir şey yapması nasıl olabilir? İnsanlığımızdan utandık.

O görüntüler hâlâ karşısındaymış ve onlara bakıyormuş gibi boşluğun içine bakıyordu. Gözlerinden birkaç damla yaş döküldü, yüzündeki kırışıklıklar arasında kayboldu, gitti.

—Biliyor musunuz, zulüm insana neler yaptırır? Ormanda saklanıyorduk. Kalabalık bir grup nefesini tutmuş karşıdaki yamaçlardan inen askerleri izliyor. Yanımızda genç bir gelin. Kucağında birkaç aylık bir bebek. Soğuklardan, açlıktan ve o zorluklardan hasta düşmüş bebek. Ağlayıp duruyor. Grup tedirgin. Askerler yakınlaşıyor. Kadın bebeğini susturmak için her şeyi yapıyor. Meme veriyor ağzına, almıyor bebek. Askerler yakınlaştıkça bir korku alıyor herkesi. Gelin ağlayan çocuğunu susturmak için çocuğun ağzına memesini verip onu göğsüne bastırarak boğuyor. Kendi yavrusunu kendi elleriyle boğuyor, inanır mısınız? Anlayın işte nasıl bir zulüm? Bir anaya çocuğunu bile öldürtebiliyor. Düşünün herkes anaya bakıyor. Gözlerde bir çaresizlik ve korku …

Gözlerini gözlerime dikti:

—Gençler kaçıp gidiyor buralardan. Analarının, atalarının kanlarının döküldüğü bu toprakları unutuyorlar. Unutuyorlar kendilerini. Ama topraktan kaçılmaz… Bu topraklara sahip çıkın! Toprağını unutan kişi hayatta iflah olmaz!

Bu topraklarda mutluyduk eskiden, özgürdük. Ama devlet gelince katletti bizi, acılara boğdu. Devlete güvenmeyin. Devlet zulümdür, kandır, ölümdür, yalandır, kandırmadır… Ama bir daha kandırılmayacağız, kimse ezemeyecek, 1katledemeyecek bizi.  Eski günlerdeki gibi mutlu olacağız, topraklarımız üzerinde yine özgür yaşayacağız. Bize bunları yapanlardan hesap sorulacak!

Domanê ma sere kou de ceng kene. Terse ma kesra çino endi.(Çocuklarımız dağların başında savaşıyor ve kimseden korkumuz yok artık.) diye bitirdi sözlerini.

Ondan katliamın hikâyelerini defalarca dinlediğim halde o gece başkaydı anlattıkları. Bir vasiyet gibiydi. Tüylerimi diken diken etmişti ve üstüme bir ağırlığın çöktüğünü hissetmiştim. Çoğu zaman insanların gözlerini gözlerinize dikerek söylediklerinin içinizde demlenip de yıllar sonra bir şekilde ortaya çıktıklarına, duygularınızı, düşüncelerinizi şekillendirdiklerine inanır mısınız?

*Saadet Ferhat Dersim’in “Bizim Çocuklar” adlı kitabından alınmıştır