Yine yapabiliriz!

- Müge TUZCUOĞLU
563 views

Bir yıl olmuş. “Çözüm” derken “terörle mücadeleye”; “barış” derken “devrimci halk savaşına” geçeli… Hacı, katledileli bir yıl olmuş.

Keskin bir çizgi ile ayırıyorsanız eğer savaş ve barışı, Hacı’yı tam bu çizgiye koyun derim. Eğer ikisinin de birer süreç olduğuna inanıyorsanız, toplumsal hafızanın (ve şok ve delirmeye başlamanın) donakaldığı nokta olduğunu düşünürüm. Hacı’nın infazı ve görüntülerinin yayılması, vahşeti ne kadar yükseltip, insanlığı ne kadar düşürebileceklerinin önden sunuşuymuş.

Bir milattı Hacı. Artık her şeyin başka olacağına dair.

***

“Savaşın hala bizimle olmasının başlıca nedeni, ne insan türünün gizli ölüm istenci, ne bastırmaya gelmeyen bir saldırganlık dürtüsü, ne de (daha inandırıcı olsa da) silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi tehlikelerdir. Savaşların hala var olmasının nedenini, uluslar arası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir. Hobbes, ‘kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir anlam taşımaz’ derken haksız mıydı?”

Sözlerin sahibi Hannah Arendt; insanlığın yaşadığı en büyük katliamlardan birine maruz kalan Yahudilerin bir üyesi ve bu sözleri de en tartışılan kitabı olan “Şiddet Üzerine”den alıntı. Savaşın ortasındayken, çok da çekici durmuyor. Savaşı ve savaşanları yüceltemediğinden, bir yere konamıyor ve kaçkınlık olarak duruyor belki. Silahın olduğu yerde, sözün anlamının kalmaması gibi… Tıpkı bir yıldır yaşadıklarımız, yaşatıldıklarımız ve yaşattıklarımız gibi. Bu süreçte yapılan tüm çalışmaların hoş karşılanmaması, boş karşılanması gibi.

Ancak bu sadece bizim bakış açımız olabilir mi?

Sosyal alanda yapılan tüm çalışmalarımız, hep bir küçük görme ile karşılanırdı. “Ha çocuk çalışması mı?”, “Kadınların evliliğiyle mi uğraşıyorsunuz?”, “Oyuncak mı topluyorsunuz?” veya “Bulgur mu topluyorsunuz?”… Büyük bir iş olduğunu kimse iddia etmedi. Ancak sonuçları ile birlikte hesap edildiğinde, doğurduklarına bakıldığında?

Şiddet ve devrimler çağındayız! Ortadoğu’da kimse gül bahçesi vaat etmiyor! Yine de! Her şeye rağmen! Tüm bu şiddetin içinden başka hikayeler çıkartamaz mıyız? Hafızamız kötüyü ve olumsuzu kodlamaya bu kadar alıştırılmışken, başka gerçeklikleri odaklanamaz mıyız?

Bir tanesini ben hatırlatayım. Tüm bu süreç başlatılmışken, Ankara’da sol-sosyalist kurumlar öncülüğünde bir barış mitingi hazırlığı vardı. Evet, 10 Ekim.

O mitinge katılmak isteyenlerden biri de Ata Önder Atabay idi. Ablası “Gitmesen olmaz mı?” dedi. O da “Hacı Birlik abla. Bana çok dokundu. Gitmem lazım” dedi. Gitti.

Evet, öldürülenlerden biri de o. Ancak hayatının ve hayatında yaptıklarının bütününe baktığımızda, bize başka bir gerçek sunuyor. En çok eksiltildiğimiz ve eksildiğimizi düşündüğümüz için kahrolduğumuz dayanışma örneklerinden birini.

Ve eminim ki bu sadece tek bir gerçek değil.

Dayanışma gibi insani değerlere özgü ne varsa, sessiz sedasız ilerler. Bağıra bağıra, gürültülü bir şekilde ben buradayım demez. Gürültülü olan savaş ve şiddettir. Onun gürültüsü altında, birbirimizin sesini duymamız da zorlaşır. Ama o ses ve beraberinde o gerçeklik vardır.

O gerçekliği yüceltemeyecek, gün yüzüne çıkaramayacak insanlar değiliz. İyisiyle kötüsüyle 7 Haziran’ı yaratabilmişiz. Beğeniriz beğenmeyiz, inandığı şeyin karşısında tankın paletine odun parçaları sıkıştıranlar bizim komşularımız. Doğrudur yanlıştır, iş makinelerini polisin önüne set çeken itaatsizleriz.

Daha önce yaptık. Yine yapabiliriz.

Yapmalıyız.

***

Arendt, 40 yıl önce yazmış, ancak bugüne dair çok şey içeriyor:
“’Otuz yaşın üstündekilerle’ karşılaştırıldığında yeni kuşağın, kıyamet olasılığının daha ayırdında olarak yaşaması doğaldır; genç olduklarından değil, bu yeryüzündeki ilk yaşamsal deneyimleri olduğundan. (Bizim açımızdan ‘sorun’ olan şeyler, ‘gençlerin etine ve kanına işlemiştir’) Bu genç kuşağın herhangi bir üyesine şu iki soruyu sorun: ‘Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?” “Kendi yaşamınızın beş yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?” Yanıtlar genellikle şöyle başlayacaktır: ‘Eğer hala dünya diye bir yerin var olacağını kabul edersek…’ ve ‘Hala yaşıyor olursam…’ George Wald’ın sözleriyle, ‘karşımızdaki, bir geleceğin olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir kuşaktır’ Çünkü gelecek, Spender’in çok güzel ifade ettiği gibi, ‘gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tik taklarını duyuyoruz.’ Sıklıkla sorulan ‘bu yeni kuşak kimlerdir?’ sorusuna verilecek en iyi yanıt: ‘Saatin tik taklarını işitenler.’ Onları tümüyle inkar edenler kimlerdir sorusunun yanıtıysa şu olmalı: ‘Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler.’”