Yüreğimi zafer kavgasına salıyorum

- Newaya Jin
704 views

Apoculuğa ilk adım…

SARANIN KALEMINDENUzun bir kış gecesi, D.K. o gece konuğumuzdu. Bu defaki ziyaret basit bir ziyaret değildi. Kesin bir şeyler söyleyecek, yeni bir haber verecek hissi doğmuştu, bir beklenti vardı içimde.

Yavaş yavaş, tane tane bizim anlayacağımız biçimde anlatıyordu. Halk, ulus kavramlarını açıyor; Vietnam, Angola, Küba’dan söz ediyordu. Bize masal mı anlatıyordu, bir kitap mı okuyordu belli değildi. Ya da sanki tarih dersiydi.

Kürtlerin Ari ırkından geldiklerini, yerleştikleri alanları Mezopotamya’yı, Misak-ı Milli’yi, sömürgeciliği; tarihleriyle, neden ve sonuçlarıyla uzun uzun anlattı. En çok da ‘38 Dersim isyanı üzerinde durdu. Oraları daha geniş değerlendirdi. Babam, annem, dayılarım ya da ninemin kopuk kopuk anlatımları ile karşılaştırılamaz bile. Katliamların iç yüzünü bir halkın, bir ulusun yok oluş tarihini çok çarpıcı örneklerle ve insanı sarsan bir biçimde anlatıyordu. Olayların acı veren yanları ayrıydı: Tecavüzler, toplu imhalar, sürgünler, ihanetler her biri ayrı bir acı veriyordu. İliklerime kadar ürperdiğimi hissettim. Hepimiz durgunlaşmıştık. Nasıl bu kadar süre bir halkın varlığı yok sayılmış? Hiçbir tarih kitabında Kürdistan yoktu. Ülkemizin adı Kürdistan’dı ve biz yıllardır Türkiye Cumhuriyeti diyorduk. D.K. devam etti. Kürdistan’ın nasıl dört parçaya bölündüğünü, Sevr’i, Lozan’ı Kürt isyanlarını… Bitmiyor… Konular o kadar akıcı ve etkileyici ki bitmesini istemiyorduk. Evet ders kitaplarında Sevr ve Lozan Antlaşmalarını okumuştuk. Bazı maddelerinde Kürtler ve Kürdistan sözcükleri de yer alıyordu. Bunlar sadece o kitaplarda kalmış olan sözcüklerdi. Biz şimdi ülkemizin Kürdistan olduğunu, sürekli klasik sömürge statüsünde tutulduğunu öğreniyorduk.

Kürdistan aslında ülkem

Tanımlar konuşmaların içinde daha da netlik kazanmaya başladı.

SAKINE-1Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı her halk için olduğu gibi Kürdistan halkı için de vazgeçilmezdir… Kürdistan’da somut koşulların somut tahliline göre bir örgütlenme ve mücadele gerekir… Konular uzayıp gidiyordu. Kafamda Kürdistan’ı anlamaya çalışıyordum. Kürdistan’ın aslında ülkem olduğu gerçeğini kavramaya başlıyordum. Kavradıkça da ‘onlar!’ oluyordum.

Aradığımı bulmuş gibiydim. Bazı tarihler ayrıntılar daha o anda unutulmuştu. Ama ‘Kürdistan sömürgedir. Kürt halkı kendi öz gücüne dayalı, kendi öz örgütlülüğü ve önderliğiyle Ulusal Kurtuluş Mücadelesini verecek: Bağımsız birleşik demokratik, özgür ve müreffeh bir Kürdistan kurulacaktır…’ belirlemeleri kafamda tekrarlanıp durdu. Kürt halkının kendi öz evlatları bu davayı yürütecek, ‘öz evlatları… öz güç… öz örgüt…’ Hiç kimse o güne kadar bu sözcükleri kullanmamıştı.

Yine Kürdistan’ı anlatırken Leyla Kasım’dan, Dersim’deki Bese’nin ‘38’deki kahramanlığından bahsediyordu. Devrimciliğin sadece erkeğe ait olmadığını, kadın ve erkeğin omuz omuza mücadelesiyle ulusal kurtuluşun başarı kazanacağını söylüyordu. Kadının da ezildiğini, horlandığını, bu anlamda en çok onun devrimciliğe ihtiyaç duyacağını üzerine basarak anlatıyordu. Bunları daha çok bana bakarak söylüyordu.

Bir gecede ve sanki bir solukta anlatılmıştı bunlar. Saatler epeyce ilerlemişti. Ve kendisi ‘şimdilik yeter!’ dediği ana kadar da hepimiz can kulağıyla dinlemiştik. Duygularımız altüst olmuştu. O güne kadar neden Kürt ve Kürdistanlı olduğumuzu bilmediğimizin utancını derinden yaşamıştık. Ama aslında bildiğimiz, olduğumuz şeyi bu şekilde öğrenmek müthiş keyif vermişti bize. Kürt’tük biz ve kendi ülkemiz, halkımız için mücadele vermeliydik, diğer tüm ezilen halklarla birlikte ortak bir mücadele rotası belirlemeliydik. Çok güzel bir duyguydu bu.

***

Ölümle her an atbaşı giden bir atmosferdeydik. Her gün ölen hücrelerin seni fiziki olarak büyük bir acı içine koyuyordu. İşte böyle bir anda, ruh sağlamlığı varsa, iradeye hakimsen, ölüme gülerek gidiyorsan, inancın ruhunu kucaklamışsa, sen ölümü de düşmanı da kahredersin, ürkütürsün. Tersi durumda da ölüm korkusu seni yavaş yavaş ihanete götürür. Bir ölümle ve bir yaşamla oynaşırsın. İhanete göz kırpan zayıflıkların gözlerine, yüzünün rengine yansır. Yüzün korkuyu, umutsuzluğu emmiş gibi çirkinleşir. Hep tedirgin, hep gergin, hep hırçın olursun, ağlarsın, battaniyenin altında gizlemeye çalışırsın o korkuyu ve daha çok korkarsın. Yaşamdan elini eteğini çekmiş gibi olursun, konuşmazsın çevrenle. Sözle, bakışla içindeki çirkinliği kusarsın yanıbaşındaki ölüm yolcusu yoldaşına.

İnsanları tanımak çok önemli. Zor anlar, bu tanımanın en net, en objektif anlarıdır.

Zindan süreci; ‘Türklük’ karşısında Kürdün direnişi

SAKINE-317 Mayıs 1979 sabahı. Ortalık sessiz. Çevre caddelerde arabalar seyrek çalışıyordu. 1800 Evler’e giden yolda sadece biz vardık. Baskına gelen polis arabaları dışında başka araç yoktu. Bizi yakalayan polisler keyifliydi! Çatışmasız, risksiz bir baskın gerçekleştirmişlerdi.

***

12 Eylül sabahı radyo ve televizyondan gelen ırkçı, faşist marşlar ve askeri tanklar ile rap rap postal sesleriyle, generallerin nutuklarıyla uyandık. Hatice “duydunuz mu, askerler ihtilal yapmış” dedi.  İhtilal!.. Cunta!.. Yunan cuntası, Türk cuntası, Arjantin cuntası ve daha çok cunta geliyordu akla.

Siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştu. Parlamento işlemiyor, yasalar rafa kaldırılmıştı.

Cuntanın cezaevlerine yansıyan yanları çok daha başka! Bütün askeri cezaevlerine, sivil cezaevlerine yeni genelgeler yollanmış. ‘Her tutsak bir askerdir!’ Her yer Türk bayraklarıyla donatıldı. Cezaevleri birer çiftlik olmuş cuntaya göre! ‘Askeri disiplin kurallarına harfiyen uyulacak.’

Kaldığım cezaevi sivil cezaeviydi güya. Tabii siyasi tutsaklar da vardı. Gardiyanlar hemen birer asker gibi oluvermişlerdi. Etkilenmişlerdi.

***

Bir yüzbaşı elinde liste güçlü bir asker edasıyla geldi. Ama aslında o da korkusunu, iç huzursuzluğunu bastırırcasına bağırarak listeyi okudu. Yetmiş beş kişi. İsim sırasına göre, ikişer ikişer oturulacak, aralara asker oturacak. Askere talimat vererek söylediği sırayla oturulmasını emretti rütbeli asker. Bindirildik.

SAKINE-2Benim genel halimde iyimserlik ve güven vardı. Bu partiye, onun temsiline duyulan inançtan kaynağını alıyordu. Bireyler düzeyinde tek tek ihanetler, zayıflıklar hatta daha büyük olumsuzluklar olsa da düşman ve ona karşı parti, örgüt çıkarına, ideolojiye duyulan inanç, onun mutlaka kazanacağına, düşmanın her türlü oyununu boşa çıkaracağına güven vardı. Bu ruh hali çok önemli, bu diri yanı hep sevdim, hep bağlandım.

Her on, on beş metrede bir demir parmaklıklı bir kapı vardı. En uzun olan koridorda sağlı, sollu askerler dizilmişti. Bacakları yarım açık, elleri arkada bekliyorlardı. Coplular ve köpeklileri de vardı. Hepsi de iri yapılı, komando giysiliydi. İlk görünüş bile yetiyor, hepsi de avlarını bekleyen vahşi hayvanlar gibiydi. Anlaşılmıştı.

Birden cop sesleri, çığlıklar, köpek havlamaları başladı. İki taraflı dizilen askerlerin kordonundan geçerken sağlı sollu vuruyorlardı. Tabii daha ilk sıralarda yerlere düştü birçok arkadaş. Yine “hemen soyun, duvara yaslan!” emriyle birlikte zorla soydular. Hepsi bir anda olmuştu.

Aniden biri yanımızda beliriverdi, nereden gelmişti, rütbesi neydi? O ne biçim adım atıştı, o ne biçim surattı. Kalleş gözlerini kan bürümüştü! Sırıtıyor gibi duruyordu. Dudakları, ağzı sadistliğin şekillendirdiği sırıtkanlıktaydı. İnsan gülüşü, insan yüzü, insan bakışı değildi kesinlikle. Bazılarındaki insan siması ilk anda yanıltıcı olabilir. “İnsan gibi görünen bu yüz nasıl bu kadar sadist olabilir” diyebiliyor insan. Ama hayır, bu yaratık ilk görüntüsüyle kendisini ele veriyordu. Belli ki bu işte yoğrulmuştu.

Önümde dikilmiş, ilk sorusu “adın ne?” oluyor. Ben de “Sakine” dedim.

“Türk müsün?” dedi, “hayır, Kürdüm” diye cevap verdim. Şiddetli bir tokat indirdi.

Esat Oktay Yıldıran ile, Diyarbakır Zindanı ile ilk tanışma böyle oldu. Düşmanın tokadını yemek herhalde arzulanan bir şey değildi ama arkadaşların acısı biraz olsun hafiflemişti yüreğimde. Onlarla hala uğraşılıyordu. Esat bir solukta oraya varmıştı. Gördüğüm manzara daha beterdi. Çoğu çıplak, sadece üzerlerinde don kalmıştı. Bazıları hala yerde, diretiyorlardı. Bağırtılar, işkencenin acısıyla inlemeler ortalığı kaplamıştı.

Dirilen kürtlüğe düşmandılar

Kısa bir süre sonra Esat yeniden geldi. “Burada benim kurallarım geçerli. Bu kapıdan her giren uymak zorunda. Herkes Türktür. UKO’cuymuş, Kürtmüş, bilmem neymiş, onlar yok. Esat dönüp ani bir tokat attı ve “Türk müsün?” diye sordu yine. “Hayır. Ben devrimciyim her şeyden önce. Devrimcilikte milliyet ayrımı o kadar önemli değil, ama ben Kürdüm. Ciddileşmişti. “Hayır, Kürt lafını duymayacağım. Yatırın bunu” diye emir verdi askerlere. Beni yatırdılar ve ilk falakayı kendisi çekti. İlk copları kendi içimden saydım. Bir, iki,…, on beş,…, yirmi… devam ediyordu. Sonra bacaklarımdan yukarıya doğru, kalçalara… Artık ne kadar vurdu sayamadım.

Yaşam ve ölüm! Herhalde bu kavramlar en çok zindan gerçekliği içinde yerlerini bulacaklardı. Birbirine zıt, birbirine bu kadar uzak oldukları halde en yakın ve hep bir arada, hep seninle vardırlar. İkisini bir arada tutmak ya da birinden diğerini tercih etmek nasıl olurdu acaba? Düşman zindana her zaman ölümü biçmemiş miydi? Ama nasıl bir ölüm?

***

Özgür alanlar ile buluşma 

Son günler son hazırlıklar…

SAKINEMahsum Korkmaz Akademisi Şehit Ahmet Güler devresinin coşku ve istemle ülkeye, toprağımıza, dağlarımıza, en görkemli özgürlük ortamına doğru yol alan öğrencileri olmanın büyük gururu vardı. Törenleri her zaman güzel, anlamlı olan okul sahasında son kez bütün yoldaşlarla vedalaştık.

Önderlik ta kampın caddeye yakın kısmına kadar yürüdü bizimle. Yine heybetli ve o son anları da hep konuşarak, her birimize bir şeyler vererek değerlendirmişti. Dolu doluydum. Fazla bir şey söylemek istemiyordum. Fazla söze de gerek yoktu.

Başkan “haydi Sakine, sen dağları seviyorsun. Dağlara vura vura bütünleşirsin herhalde. Başarı haberlerini bekliyorum” demişti.

“Başkanım sizi hep sevindireceğim” demiştim sadece. Şam caddesine inen yokuştan aşağıya doğru koşarak inmiştim. Başkan’ın elleri uzun süre havada sallanıyordu.

Bir kez daha Apoculuğun gururunu yaşadım. Ne güzeldi o an. Başka hiçbir şey düşünmeden, varsaymadan Apoculuğu kucaklamak!

Yaşam buydu, kavga buydu!

Kavga aşkının güzelliği buradaydı.

Kavganın kitapları ve  ‘Zafer Romanı’

SAKINE-5Yaşam kavgaysa eğer ve onun bütün gözeneklerinden süzülerek en yalın anlamını bulacaksa, kavga sürüyor demektir. Başkan, kavgalı kitaplarımdan söz ederken artık bundan sonra ‘Zafer Romanı’nı yazarsın demişti. Belki ‘Zafer Romanı’nı yazma fırsatı olmayacak, bulamayabilirim ama kavgalarımda zafer tarzını yakalamaya kararlıyım. Kitaplarımda kavgalarımın çok genel ve kaba bir panoramasını çizdim. Kavgacılığımla nasıl yaşadım, neler yaptım, neleri kaybettim ve nelere ulaşmak istedim tüm bunları yaşananlarla vermeye çalıştım. Yazarken o günleri, geçmişi yaşadım. Fakat hiçbir şeyi zorlayarak ve bugüne uyarlayarak ele almak istemedim.

Yazdıklarımla yaşananların hakkını verdiğimi asla iddia etmiyorum. Tam tersine “belki de ifadelendiremediğim birçok olaya, anıya istemeden haksızlık etmiş olabilirim” endişesini taşıdım hep. ‘Keşke başkaları yazsa’ dediğim anlar çok oldu. Özellikle Diyarbakır’ı yazmak kolay değil. Ama mutlaka yaşananların yazılı tarih haline getirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Bende, bizlerde açığa çıkan, yansıyan her şey bizim gerçekliğimizin, yani bir bütünün versiyonlarıdır. Ama Apocu gerçeklik bütün bunlarla birlikte ve aynı zamanda hepsiyle yoğun savaş halinde bu muazzam gelişmeyi yarattı. Apocu kavganın özelliği, özgünlüğü burada anlam kazanıyor. Çünkü hiçbir savaş kendi içinde bu kadar zenginliği barındırmamıştır. Hiçbir devrim, kendi içinde tek tek insanda bu kadar uzun süreli, sancılı ama başarılı devrimler gerçekleştirmemiştir. İşte zaferin garantisi buradadır. Sosyalizmin insanlaştırılması, her canlı hücrede somutlaştırılması çabası, emeği ve sabrı bu yüce kavgada billurlaşmaktadır. Bu nedenle kavgamız yaman, çekici ve birleştiricidir. Ben bu kavgaya aşığım.

Duygularımın, sevgilerimin, özlemlerimin, hayallerimin hep buna aktığını sanarak yürüdüm. Bundan böyle akmayan yanlarımla devrimci kavgam beni Apocu kavga güzelliğinde daha coşkulu yürütecektir.

Yüreğimi, bilincimi ve bütün gücümü zafer kavgasına salıyorum…

’Hep kavgaydı yaşamım’ kitabının I., II., III. ciltlerinden derlenmiştir.