Zehra’nın fırçasının anlattıkları

- Ülkem ZEREMYA
750 views

Zehra Doğan. Genç bir gazeteci ve güzel sanatlar mezunu bir ressam. 2016’ sokağa çıkma yasağı sırasında Nusaybîn’de 10 yaşındaki bir çocuğun günlüğüne yazdıklarını haberleştirdiği için ve ilçede yaşananları resmettiği için ‘örgüt propagandası’ iddiasıyla yargılanarak 2 yıl 9 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı. 

Haziran 2017’de tutuklandığında KHK’ler ile kapatılan Jin Haber Ajansı’nın editörlerinden olan Zehra’ya uluslararası alandan birçok destek geldi. Uluslararası Kadınların Medya Vakfı (IWMF)’nin  ‘Gazetecilikte Cesaret Ödülü’, İsviçre Freethinkers (Özgür Düşünenler) kuruluşunun ‘Düşünce Özgürlüğü’  ve ‘Metin Göktepe Gazetecilik Ödülü’ne layık görülen Zehra’yı, ünlü İngiliz grafitti sanatçısı Banksy de yalnız bırakmadı. Banksy, Zehra’nın tutuklanmasını protesto etmek için yargılanmasına neden olan çizimi New York’ta bir duvara yansıttı. 

Her haberi ve çiziminin ciddi karşılığı olan Zehra’yı demir parmaklıklar ardında oluşu da üretmekten alıkoyamadı. Beyaz atlet ve gazeteyi tuvale, kahve, çay, nar, tentürdiyot, regl kanını renge dönüştürerek çizmenin sihirli formülünü buldu. Kah Kemal Kurkut’un, insanlığın yüreğine yumruk gibi oturan sessiz çığlığını, kah Sise Ana’nın bir coğrafyanın kaderinin nakşolduğu uzun ömürlük tebessümünü, kah Leyla Güven’in cezaevinden başlayan kadınca öğreticiliğini, asil direnişini resmetti. 

“Kadınlar ve coğrafya beni efsuni bir dünyanın içine sürükledi. Artık çok başka bir gözle bakar oldum dünyaya” diyen Zehra, bu bakış açısının gazetecilik ve ressamlık mesleğinde bir dönüm noktası olduğunu belirtiyor.  

Mahkumiyetine neden olan resim için ise; “Onu ben çizmedim, orayı yıkıp o bayrağı oraya dikenler o resmi yaptı” diyor. Henüz cezaevindeyken sorularımızı gönderdiğimiz ve 24 Şubat 2019’da tahliye olan Zehra Doğan’a O’na dair merak edilenleri sorduk…  

Gazetecilik kimliğin kadar ressam kimliğinle de tanınıyorsun. ‘Gazetecilikte Cesaret Ödülü’,  “Düşünce özgürlüğü ödülü”,  Metin Göktepe Gazetecilik Ödülü’ne layık görüldün. Biz ise daha çok resim tutkuna dair sormak istiyoruz. Zira cezaevinden sesini daha çok resmederek duyuruyorsun. Sahip olduğun bu resmetme yeteneğini ne zaman, nasıl keşfettin? 

Resim yeteneğim, çocukluğumdan bu yana keşfettiğim bir yetenek. Çocukken evin duvarlarına, yerlere, koluma, kardeşimin yüzüne, sırtına yani akla gelebilecek her yere resim çizerdim. Hala köydeki evimizin penceresinin etrafında çocukken yaptığım motifler duruyor. Konu-komşu, evine badana yaptığında bir süsleme lazımsa beni çağırır motif yaptırırdı. Oyunlarım da hep resimlerle ilgiliydi. Çocukken evimizin bahçesindeki dut ağacında oturur saatlerce deftere çizdiğim karakterleri çizgi roman gibi konuştururdum. Bana has bu oyun tarzı herkesçe tuhaf karşılanırdı. Biraz büyüdükten sonra ailem resim yapmamı hiç istemedi. Ne yazık ki yeteneğin keşfedilmesi tek başına yetmiyor, bir de destek gerekiyor. Yıllarca gizli gizli resim yaptım. ‘Önce mesleğini yap sonra resim yaparsın’ diyorlardı, ama ben çocukluktan bu yana resimden başka hiçbir şey düşünmedim. Bunun için çok azar işitirdim. Ailem hiç baskıcı olmamasına rağmen söz konusu resim olunca hep isteksizlerdi. “Dersleri çok iyi yazık ediyor kendine. Kafayı yemiş bu kız” derdi teyzem. Gerçi teyzem hala aynı kanıda. Anlatmaya çalıştığım, resimlerim çocukluğumdan bu yana çok beğenilmesine rağmen desteklenmedi. Arsız bir çocuk olduğum için bu çok da umurumda olmadı. 

Resim çizmenin senin açından sırf bir hobiden fazlası olduğunu biliyoruz. Yaşananları bir haber, bir fotoğraf yoluyla aktarmak kadar bir ressam olarak tuvale aktarmak nasıl bir duygu? Resimlerin nasıl bir anlatım gücüne dönüşüyor?

Tabii ki beni çok şaşırtan bir durum. Bunu itiraf etmek istiyorum. Resimlerim her zaman karşılık bulup ilgi görüyordu ama onunla bir şeyler yapabileceğimi ben de tahmin etmiyordum. Ben resimlerimin bir anlatım gücüne sahip olduğunu Kobanê’de, Şengal’de, Nusaybîn’de, Cizre’de anladım. 

Çatışmalı alanlarda durmadan her geçen dakika haber geçiyorduk. Silahların, bombaların her saniye patladığı bu yerde sürekli bir arayış içinde olursunuz. Elinizde silah yoktur ama düşünceleriniz, haberleriniz, kameranız, fotoğraf makinanız farkında olmadan bir anda öz savunma aracına dönüşür. 

Biraz açar mısın, nasıl bir atmosferin içersindeydin?

2015 Cizre’nin ilk abluka dönemiydi. Nur Mahallesi’ndeydik. Bir şehir durmadan bombalanıyordu. Nereye doğru gideceğinizi bile tam kestiremiyorsunuz, dört bir yandan silah sesleri geliyor. Ama insanın doğasında hareket etmek vardır, ordan oraya atarsınız kendinizi, bir şeyler yapmaya çalışırsınız. Nur Mahallesi’nde caminin önünde toplanmıştık. Bir genç ve bir çocuğun cenazesi camide bekletiliyordu. Haber için tuttuğum not defterine onu çizmeye başladım. İçimde büyük bir istek uyandı. Kendi kendime sanki yaşananları böyle daha iyi ifade edebilirim dedim. O dönemki haber ajansımız Jinha, haber fotoğrafları yerine bazen çizdiğim resimleri paylaştı. Çok büyük bir etki yapmıştı. Sosyal medyada birçok yerde resimlerimi görüyordum.  Bu beni çok etkiliyordu. Cezaevinde de arkadaşlarıma gelen kartlarda resimlerimi görüyordum. Ranzalarına resimlerimi asan arkadaşlar var. O resimlerin birçoğunu saldırı dönemlerinde, çatışmaların arasında kaldığım anlarda çizmiştim. O resimleri çizerken böyle ilgi görebileceğini tahmin bile etmiyordum. O dönemden kalan resimleri bir yerlerde görünce çok duygulanıyorum. 

Bir resim nasıl bir etki ve belirleme gücüne sahip? 

Bunun cevabını bana ceza veren hakim iyi vermiş oldu. Yaptığım resmin eleştiri sınırını aştığını, ayrıca halkı kin ve nefrete sürükleyip ayaklandırmaya çalıştığına karar verdi. Her ne kadar ceza alsam da bu konuda hakimi takdir ettim(!). Sanırım sanattan anlayan biri. Sanata hiç değer vermeyen böylesi bir ülkede bir sanat ürününe ceza vermek takdire şayan bir durum(!). 

Bana göre bir sanat eseri çok büyük etki gücüne sahip. Bugün Guernica’yı aradan geçen onca zamana rağmen hepimiz biliyoruz. Picasso’nun bu eseri olmasaydı belki de İspanya’daki birçok kişi bile Guernica’nın neresi olduğunu bilmeyecekti. Bir  tablo üzerinden dahi anti militarist düşünceler pekişebilir, savaşın ne kadar kötü bir şey olduğu anlatılabilir. Aradan geçen yüzyıla rağmen Guernica’yı hiç görmemiş dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan biri Guernica’nın hesabını sorar. Çünkü onu, o anı, o acıyı hep canlı tutan bir sanat eseri bıraktı bize Picasso. Benim Nusaybîn’deki yıkım resmim de bir etki gücüne sahip, ilk etkilenenlerdendir bana ceza veren hakim. Ama bu karar ters tepti. Bu absürt cezayı vermeselerdi, belki de Banksy’nin ilgisini çekmeyecekti ve bugün New York’un en ünlü caddesinde devasa bir şekilde yansıtılan, Nusaybîn’de gerçekleşen bu insanlık ayıbından kimse haberdar olmayacaktı.  

80 yaşında bir kadın cezaevine gönderdiği mektupta bana şöyle yazmıştı: “Ben Fransa’da yaşayan çok yaşlı bir kadınım. Dünyada olup bitenlerden pek haberim yok. Sergini gezdim ve Kürtler’i tanıdım. Başınıza bunca şeyin geldiğinden daha önce haberdar olmadığım için özür diliyorum.” Sadece bir kişiyi bile etkilemek bana göre bir kazanımdır. Sanatın olup bitenleri sürekli canlı tutma, yüzüne çarpma gibi güçlü bir özelliği vardır. Aradan geçen yüzyıllara rağmen bir şeyleri muhakkak ki değiştirir.  

Bir değerlendirmende “Gerçek gazeteciler öleceğini dahi bilse gördüğü şeyi tüm gerçekliğiyle anlatır.” demişsin. Gazetecilik ve ressamlık arasındaki bağı nasıl kuruyorsun? Her ikisi arasında bir öncelik sıralaman var mı?

Özellikle devrimci gazetecileri ben birer sanatçı olarak görüyorum. Sanat yaparcasına çalışıyorlar. Hep bir hakikat arayışı, yeni anlatım yolları, etkileme, dinleyende ve okuyanda duygu bütünlüğü yaratma derdindeler. Bir şeyleri değiştirme, geliştirme ve güzelleştirme çabasındalar. Canını ortaya koyup sürekli bir devinim halindedir devrimci gazeteci. Sınır tanımazdır. Aç kalır, susuz kalır ama iş başındayken bunu hissetmez bile. Yaptığı işi aşkla yapar. Çünkü inancı var, hakikat yolunun dervişidir. Peki bu, sanat değil de nedir? Bu yüzden Kürt mücadelesinde en önemli sözlerden biri “sanatla devrim yapmak” değil midir? Her savaşçı bir sanatçıdır. Devrimin sanatını yapıyorlar. Kürt basın geleneğinden gelen her gazeteci birer devrimci ve dolayısıyla sanatçıdır. 

Eğer Kürt basınında değil de başka bir yayın kuruluşunda çalışan bir gazeteci olsaydım, öncelik sıralamamda resim başta gelirdi. Ama bir Kürt gazeteci olarak  gazetecilikle ressamlık arasına bir öncelik koyamıyorum. İkisinde de sanat var ve benim işim sanatla yani ikisiyle. Ben Kürt basın geleneğinden geliyorum. Ondan çok şey öğrendim. Kendimi ifade etmeyi bu alanda öğrendim. Bana kendim olmayı bulmanın yolunu gösterdi bu mücadele. Eğer gazeteci olmasaydım yine resim yapardım ama etkisi böyle olmazdı. 

Resimlerinde Kürt renkleri ve ağırlıklı olarak kadın motifleri göze çarpıyor, bu özel bir tercih mi?   

Özel bir tercih mi bunu bilmiyorum. Üniversite dönemlerinde de bu motifleri kullanıyordum ama yoğunluklu daha soyut, fantastik ve amorf bir tarzda ilerliyordum. Ancak Şengal, Cizre, Rojava, Derik, Kerboran ve Nusaybîn’de gazetecilik yaptığım dönemlerde bir büyüye kapıldım. Kadınlar ve coğrafya beni efsuni bir dünyanın içine sürükledi. Artık çok başka bir gözle bakar oldum dünyaya. 

Yüzlerdeki deqler (dövme) beni daha çok etkiler oldu. Ben de Mardinli’yim ve benim de yüzümde deq var, köklerimle çok güçlü bir bağım var, ama ben yine de böyle anlam veremiyordum bağlarıma, bu denli büyülenmemiştim. Gazetecilik sürecimde bir büyüye kapılmış gibi oldum. Her şeye çok başka bakar oldum. İnsan bedeni ve coğrafya arasındaki sonsuz bağ beni çok şaşırtan bir olgu oldu. Deqlerin anlamını, derinliğini, kadının gözlerindeki uçsuz bucaksız yolu, kıyafetlerdeki renklerin büyüsünü, her adımda başka tona bürünen dağların renklerini çatışmalı süreçlerde daha iyi anladım. Meğer bu coğrafyanın bin yıllardır anlatmak istediği bir öyküsü ve bu öyküyü sürdüren taşıyıcıları varmış. Böylece daha kutsar oldum bu motifleri. Her resmimde muhakkak vardır efsuni güçlü kadın motifleri.  

Renklerle aranda nasıl bir bağ var? Herhangi bir resmi çizerken özel renk tercihi yapıyor musun? 

Renkleri belirleme bazen coğrafyayla, bazen de koşullarla ilgilidir. Mesela bana içerde renkler yasak. Artık üretebildiğim renkler kadar sanatımı icra ediyorum. Kanla resim yapmak benim tercihim değildi. Coğrafya da etkiler. Mesela Kürdistan sanatına bakın. Hiçbir ressamın kullanmadığı kadar renk vardır eserlerde. Bir ressam için geçiş renkleri ve uyum önemlidir. Ancak Kürdistan sanatında bunu pek bulamazsınız. Kırmızıdan hemen sonra keskin bir yeşil atılır tuvale, hemen yanına da başak sarısı. Çünkü bu topraklarda tüm renkler iç içedir. Baharda yeşili, sarısı,  mavisi, kahvesi tüm renkler bir aradadır. Geçiş renkleri olmaksızın zıt bir renge bürünür ovalar ansızın. Bu durum sanatı da, sanatçıyı da etkiler. Kıyafetler de dahil, her şey rengarenktir. Bundan etkilenmemek mümkün değil. 

Her rengin ayrı bir öyküsü vardır

Kürdistanlı bir sanatçı olarak bunlardan etkileniyorum. Bu topraklarda her renge ayrı bir anlam biçilmiş. Her rengin ayrı bir öyküsü vardır. Mesela siyah matem rengidir, ama aynı zamanda büyülü bir dişiliği, iyileştiriciliği vardır. Mevsim geçişlerinde hastalananların alnına, karnına, kollarına dualar eşliğinde siyah is sürülür. Evlere akrep, kötülük girmesin diye pencereler, kapılar maviye boyanır. Her deqın bir anlamı olduğu gibi renginin de bir anlamı vardır. Öyle tesadüfi değildir o renkler. Kız çocuğu emziren annenin sütü kül ile karıştırılıp mavi-yeşil arası bir renk elde edilir. Erkek çocuğu emziren kadının sütü olmazmış; zamanla beden o rengi dışarı atar, renk de tam anlamıyla tutmaz, dokuyu bozarmış. 

Her renge böyle derin anlamların yüklendiği bu topraklarda, kullandığım her rengin de özel bir tercihi ve anlamı var.  

Cezaevinden çizdiğin Kemal Kurkut, Leyla Güven ve Sisê Bingöl portreleri büyük yankı uyandırdı? Sendeki resmetme eğilimini yaratan motivasyonun kaynağı ne? 

Ben bunu daha çok ifade etme biçimi olarak yorumluyorum. Kürdistan’da değil de başka bir ülkede doğmuş olsaydım yine resim yapardım. Bu yine Kemal Kurkut resmi olur muydu bilmiyorum. Sanırım Kürt olduğum için tercihimi bu temadan yapıyorum. Kürt olmasaydım politik resimler çizerdim ama böyle olmazdı. Böyle olmazdı çünkü resimlerimde sadece birilerinin başına gelen bir meseleyi anlatmıyorum, tam da benim ve halkımın yani ailemin, evimin başına gelenleri anlatıyorum. Nusaybîn’de o bombalar yağarken ben de oradaydım. Bir anda tanıdığım iki yüzün üzerinde kişiyi kaybettim. Bir anda tanıdığım yüzlerce kişi tutuklandı ve işkenceye maruz kaldı. Bir anda memleketim bombalandı, binlerce ev yıkıldı. Tanıdığım yüzlerce kişi evsiz kaldı. Bir anda aynı kanı taşıdığım binlerce ezidi kadın köle pazarlarına sürüklendi, katledildi. Bir anda aynı kanı taşıdığım Kürt Kemal (Kurkut) Newroz meydanında katledildi. Çok değer verdiğim, duruşundan, mücadelesinden çok şey öğrendiğim Leyla Güven bedenini açlığa yatırdı. Onun talebi sadece şahsi bir talep değil hepimizin talebi. Benim talebimi dile getiren bu devrimci kadını resmetmek sadece vicdan ve sorumluluk duygusu değil. Bambaşka bir şey. Ortak mücadele, tüm tanımlamaları içinde barındıran bir şey.  

Ben resim çizmeye sadece herhangi bir meseleye ses vermek, destekçi olmak veya dikkat çekmek olarak bakamıyorum. Öyle olsaydı vicdani bir tutum der geçerdim. Ama mesele milyonlarca Kürdün olduğu kadar benim de meselem. Bu meseleyi yazarak ve çizerek ifade edebiliyorum. Geceler boyu uykudan uyanıp, “bunu muhakkak anlatmalıyım” dediğim tüm konuları, karanlıkta kaba taslak deftere çizdiğim resimleri bana yaptıran galiba yaşadıklarım, yaşadıklarımız ve mücadelemizdir. 

Cezaevindeki resimlerin büyük bir yaratıcılık sonucu açığa çıktı. Çünkü yanında ne bir fırça, ne bir tuval ve ne de renkler vardı? Beyaz atlet ve gazeteyi tuval,  kahve ve çay lekelerinden, tentürdiyot, kan, meyve ve sebzelerden ise renk elde ettin. Tüm bu malzemelerle daha önce benzer girişim veya deneyimin olmuş muydu?

Bunu aslında annemden ve Kürt mücadelesinden öğrendim. Annem bir çuvaldan dahi türlü türlü yaratımlar yapan, her şeyi değerlendiren bir kadın. Köylü kadınların hepsi böyledir aslında. Bir şeye sadece göründüğü gibi bakmazlar. O şeye tüm olabilirlikleriyle bakarlar. Kürt mücadelesi ve Kürt basın geleneği de öyledir. Maalesef biz insanlar çoğu zaman önyargılıyız. İşe ilk başlayan bir arkadaşımıza hemen “yok, hayatta yapamaz, olmaz” demişizdir. Ama mücadele onun zamanla yetiştirilip yapabileceğini onlarca kez deneyimlemiştir. Bir çoğumuz bu işe ilk başladığımızda “hayatta yapamaz” kategorisindeydik. (:-) Ama mücadele bizden bambaşka birini yarattı. 

Cizre ve Nusaybîn’de de bunu öğrendik. Bir motosiklet lambasını gece çekimlerinde kamera ışığı, kanalizasyon hattını ise haberleri ulaştırdığımız yol yaptık. Gider borusunun bir ucuna ayna yapıştırıp, tehlike anlarında yansıma çekim yapmayı öğrendik. Mahalledeki birçok kişiden savaş alanlarında, anında çok güçlü muhabirler çıkacağını öğrendik. Bir battaniyenin sadece battaniye olmadığını, mahallede halkın sokaklarda barikatların üstüne çektikleri siperliklerinden öğrendik. Dama asılan bir çubuğa takılı beyaz atletin sadece atlet olmadığını, Taybet ananın beyaz yazmasının sadece bir yazmadan ibaret olmadığını anladık…. 

Hapiste yaptıklarım tek başına benim düşünerek yapacağım şeyler değil. Bu mücadele basın alanında da bir şeylerden başka bir şey türetme alternatifini öğretmişti. Aynı algı ve deneyimi hapiste bu kez renk ve alternatif bulmaya yönelttim sadece. 

İçerisinde bulunduğun cezaevi koşullarını yazı/anlatım yoluyla resmetmeni istesek neler söyleyebilirsin.  

İçerdeki durumu resmetsem eğer, yine aynı resmi yapardım. Aklımda şekillenen ilk tablo şöyle bir şey; gri, kapalı bir atmosfer içinde kadın portreleri, her birinin kafasından rengarenk sarmaşıklar çıkıyor. Alabildiğine renkli bu sarmaşıklar tüm cezaevini sarmış, kökünden sökmüş. İlk tutuklandığımda Mardin Cezaevi’nde bunu hissetmiş ve resmetmiştim bir kağıda.  

Uluslararası alanda takdir ve ödüle layık görülen bir fikir, bir çalışma Türkiye’de cezai yaptırıma tabi tutulabiliniyor. Bunu sırf sanata bakış açısıyla yorumlamak yeterli olur mu? 

Nusaybîn çizimime verilen cezayı sadece bir sanat ürününe verilen ceza olarak değerlendirmiyorum. Absürt, politik bir ceza. “Neden yıkık duvarlara Türk bayrağı çizdin? Halkı kin ve nefrete sürüklüyorsun” türünden tuhaf bir yorum yapan hakimin, o bayrakların zaten orda olduğunu ve bunları asker ve polislerin astığını da gayet iyi bilmesi gerekiyordu. 

Bir sanat ürünü asla bir hükme tabi tutulmaz, kesin sonuca bağlanmaz ve “kesin bunu/şunu demek istemiştir” gibi varsayımlarla cezalandırılamaz. Böylesi örnekler ancak çatışmalı, baskıcı, halkına zulmeden ve entellektüel düzeyi zayıf yöneticiler tarafından idare edilen ülkelerde görülür. Maalesef Türkiye de bu kategoride olan bir ülke. Nusaybîn resmine verilen ceza sadece temanın Nusaybîn olması meselesi değil, mesele tamamen kendilerinin de kabul ettiği vahşetin, yani yakılıp yıkılan bir Nusaybîn meselesi. Hakimin böyle bir tabloyu yaratanların cezalandırılması gerektiğini düşünmesi bence çok güzel. Söylemem gerekir; ne yazık ki o tabloyu ben yapmadım! Yıkık duvarlara bayrak astım diye, halkı kin ve nefrete sürüklediğime hükmetmiş hakim. O zaman olayı tersinden okuyalım. O resim bir hayal ürünü olmadığına göre, o yıkık duvarlara asker ve polislerce Türk bayrağı gerçekten asıldığına göre halkı kin ve nefrete ben değil tüm bunları yapanlar sürüklemiş oluyor. Yıllardır söyleniyor; birileri eline silah alıp yönünü dağlara veriyorsa bunun nedeni yapılanlardır. Sanırım hakim bu söyleme katılıyor. Ama hakimin tek sorunu olaya yanlış açıdan bakması.   

Son soru diyerek; cezaevinden çıktıktan sonra yarım kalan, veya yapmak istediğin özel bir proje var mı?

Gazetecilik ve ressamlığı bir arada yürütmeye devam etmek istiyorum. Çünkü ikisine de birbirine eklemlenebilir meslekler olarak görmüyorum. Bir yaşam biçimi aslında.  Ortadoğu odaklı habercilik yapmak istiyorum. 

Özel bir çalışma olarak da, içeride başladığım ama henüz tamamlayamadığım ’80’lerden bu yana ‘Zindan Tarihi’ çizgi romanımı tamamlayacağım. Bu arada içerideki arkadaşlarla beraber resim yapıp dışarıda bir sergi açmayı planlıyoruz.