Ayakları ileri ileri giderken yüreği geri geri gidiyordu sanki; gözleri bizde gözbebekleri ise çok derinlerde bir yerde takılı kalmıştı adeta. Anlatırken yaşıyor, yaşarken duyumsuyordu Dîcle. Ve duyumsadıklarını paylaşıyordu bizlerle. Aslında iki gün boyunca ondan yaşadıklarını anlatmasını istedim ama o bunu kabul etmedi. Anlatacaklarının yetmeyeceğini, yarım kalacağını söyleyip durdu. Oysaki paylaşması gerekirdi yaşananları. O anlatmamakta ısrar edince ben de onun yerine karar vermek zorunda kaldım. Ve çıktığımız yolculuğun tamamını ondan habersiz kayda aldım. Kayıt cihazı ile kaydedemediklerim de oldu tabii; yüreği gibi, hissettikleri gibi. Ben de onları kendi yüreğimin derinliklerine kaydettim, tıpkı Dîcle gibi…
…
Metropollerin keşmekeşliğini bir kenara bırakıp dağlarda huzuru arayan bir Kürt kızı. Savaşın olduğu yerde huzur mu olur demeyin. Elbette olur. Çünkü huzur yalnızca rahatlık anlamına gelmez; aynı zamanda dirlik, zihin dinçliği, gönül rahatlığı anlamına da gelir. Kargaşa ve karmaşanın olduğu büyük kentlerde bunlar olmayacağına göre huzur da olmaz. İşte bu yüzden huzura ancak dağlarda ulaşılır diyorum, diyoruz. İşte bu yüzden Dîcle de çok genç yaşta yüzünü dağlara dönenlerden. O da elbette her yeni özgürlük savaşçısı gibi tercih ettiği yeni yaşamda acemilikler çekiyor, zaman zaman zorlanıyor ama uzun sürmüyor bu durum. Çok kısa zamanda Dîcle de tıpkı adı gibi dağlara akıyor, bir oluyor bu mekanlarla. Kendisini her yönden geliştirip donattıktan kısa bir süre sonra 2014 yılında Şengal’e yol alıyor. 21. yüzyılın en lanetli çete örgütü olan IŞİD’e karşı bir an bile gözünü kırpmadan gece-gündüz savaşarak, halkını korumaya, savunmaya çalışıyor.
Tüm bu yaşanmışlıklara rağmen, anlat dediğimde susuyor. Gözleri ise: “elbette anlatmak gerek, elbette tarihe aktarmak gerek ama ben öyle şeyler yaşayıp yüreğime sığdırdım ki hangisini, nasıl anlatayım” diyor. Ben ise attığımız her adımda, gördüğüm her mekanda yeni sorular sorarak yaşananları yaşamaya çalışıyorum. O kadar hissederek anlatıyor ki her şeyi, sanki o anları bir kere daha yaşıyor. Üstü yeşillenen bir mevziyi, hangi arkadaşına ait olduğunu bilmediği ve içinde toprak kaldığı için yeşillenen ayakkabıyı gördüğünde sessizce yanıma yaklaşıp; “bak bunlar sana anlatmalı yaşananları” diyor. Ölüme inat yaşama tutunan bir mekan karşılıyor beni. Birileri gelip buraları talan etmiş, yakmış, yıkmış kül etmiş, ölüme sürüklemiş ama o hala yaşama sıkı sıkı bağlı olduğunu ispatlarcasına canlılık sunmakta. İnsanın bu gördükleri karşısında etkilenmemesi mümkün değil.
Gördüklerim beni alıp başka bir zaman dilimine götürürken, Dîcle yeniden yaklaşıyor: “gel, seni iki ay boyunca içinde kaldığımız, çetelerle çatıştığımız eve götüreyim” diyor. İçeri girene kadar beni sadece bir mekana götüreceğini düşünmüştüm ama birkaç dakika içinde aslında beni zamansal bir yolculuğa davet ettiğini anladım. Girdiğimiz koridorda bir fanus karşıladı bizleri, ben fanusun yanında duran küçük aynada kendi yüzümü görürken, Dîcle beraber kaldığı yoldaşlarının yüzünü görüyor, onlara gülümsüyordu. Kaç öyküyü anlatmışlardır birbirlerine bu fanus ışığında, kaç yaşanmışlık dile gelmiştir? Peki onlar ne yaşamıştı o iki aylık zaman diliminde, şu fanusun bir dili olsa da konuşsa diyorum kendi kendime. Yaşananlara en yakından tanıktır o. Kaç avuç o fanusun sınırlı sıcağında ısıtmıştır kendini, kaç karanlık gece bu fanusun ışığında aydınlığa kavuşmuştur acaba. “Bazılarımız hikayeler anlattı, bazılarımız ise son hikayelerini yaşadı bunun ışığında” diyor ve cebinden siyah bant ile sarmalanmış, bir hikayesi olduğu her halinden belli olan çakmağı çıkararak fanusu yakıyor; “bak böyle daha iyi, belki daha iyi görürsün burada yaşananları” diyerek de sözlerine devam ediyor. Ben ise önce anlam vermiyorum sözlerine; zaten gündüz değil mi? Her şey çok açık ve net görünüyor diyorum kendi kendime. Oysaki çok değil birkaç dakika sonra anlayacaktım, her şeyin çok açık görünmediğini ve Dîcle’nin neden o fanusu yaktığını. Yere uzanıp bir oyuncak bebeği kaldırıyor. Bebeğin vajina bölgesinin parçalanmış, başının kesilmiş olduğunu görüyorum, önce idrak edemiyorum gördüklerimi ta ki gerçeği duyana kadar. Bu evde daha önce IŞİD çeteleri mevzilenmiş, diğer evlerde olduğu gibi bu evde de buldukları tüm oyuncak bebekleri çok bilinçli bir şekilde hep bu şekilde parçalayıp ortalığa atmışlar. Kimi korkutmak içindir acaba diye düşünürken, anlıyorum ki aslında kendi korkularını bastırmak için yapmışlar bunu. İnsan olmayla hiçbir alakaları bulunmayan bu canavarlar, tüm vahşetlerini açığa çıkartıp korkularını örtbas etmek istemişler. Tam da bu anda başımı kaldırıp duvara baktığımda duvara yazılan şu yazı dikkatimi çekiyor: “O güzel insanlar, o güzel atlarına binip gittiler.” Kim yazmıştı bunu bilmiyorum ama her şeyi en yalın haliyle anlatmıştı. Bir yandan bir çocuğun gülüşü için gözünü kırpmadan ölüme gidecek güzel ve yiğit insanlar diğer yandan bir çocuğun oynadığı oyuna ve oyuncağa dahi tahammülü olmayan ceberutlar.
İçinde dolandığımız evin her bir metrekaresi bir an’a, bir hakikate, bir yaşanmışlığa tanık. Dîcle ise hepsine birden tanık. Her şeyi yaşamış, duyumsamış ve yüreğinin derinliklerine kazımış. Belki de söylediği gibi kuracağı hiçbir sözcük gözleri kadar iyi anlatamayacaktır yaşananları. Hiçbir şeyi duyumsadığı kadar aktaramayacaktır kelimelerle, belki de bu yüzden susmayı, anlatmamayı tercih ediyor. Belki de bizlerin onun kadar derinden duyumsamayacağımızı düşündüğü içindir suskunluğu. Ama ben yine de dinlemeye çalışıyorum gözlerini, gözlerinin içinde duyumsadığı anları…