6. yok oluş devresi

- Yurdusev ÖZSÖKMENLER
334 views
Nuh tufanını herkes bilir herhalde. Roland Emmerich tarafından yönetilen “2012” filmi de modern bir Nuh tufanını anlatan distopik bir film. Güneşteki manyetik bir patlama sonucu dünyada sıcaklık artıyor ve bir felaket yaşanmaya başlıyor. ABD Başkanı G-8 ülkesi devlet başkanlarını gizli bir toplantıya çağırarak yakında dünyanın son bulma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve acil önlemler almak zorunda olduklarını açıklıyor.

Dünyanın çatısı sayılan Tibet’te bir bölge boşaltılarak her koşulda içinde yaşamın sürebileceği büyük gemiler hazırlanıyor. Hayvan türlerinden örnekler, insan kültürünün önemli eserleri, ressamların tabloları Tibet’e taşınıyor. Bütün bu çalışmalar büyük bir gizlilikle yürütülüyor ve medyaya yasak konuyor. Felaketi halklara açıklamak isteyen bilim insanları ise öldürülüyor. Çünkü gemiler ancak belli sayıda insan alabiliyor. Peki kimdir bu şanslı insanlar? Elbette devlet bürokrasisinde en üstte yer alan bir avuç görevli ve 1 milyon Euro ödeyip bilet alabilenler. Yani dünyayı sömüren bir avuç kişi. Yoksullar, parası olmayanlar, emekçiler hatta gemileri inşa edenler bile yok olmaya terkediliyor. “2012” sadece bir film ama bizi gelecek hakkında uyaran bir film. Çünkü varoluşundan beri 5 kez büyük yok oluşun yaşandığı dünyamız, 6. yok oluş devresine girmek üzere. İklim bilimi konusunda dünyanın önde gelen kuruluşlarından Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından yayınlanan 6. Değerlendirme Raporu durumun aciliyetini bir kez daha ortaya koyuyor.

Deniz seviyesi 43 cm yükselecek

Raporda dünyadaki ısınmanın 2010-2019 arasında 1850-1900 dönemine kıyasla 1 dereceden fazla arttığı belirtiliyor. Rapora göre ortalama sıcaklığın 1,5 derece artması halinde 2070’e dek yaklaşık 3 milyar insanın yüksek hava sıcaklıkları altında yaşamak zorunda kalacağı, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Güney Amerika, Güney Asya ve Avustralya’nın bazı kesimlerinin çölleşeceğine, susuzluğun korkunç derecede artacağına dikkat çekiliyor. Dünyanın diğer yerlerinin de bu bölgeler kadar olmasa da suya hasret kalacağı bildiriliyor. Çölleşmenin etkisi Orta Avrupa’ya kadar genişleyecek. Avrupa’daki dağlarda bulunan buzullarla beslenen Tuna, Ren gibi nehirler buzulların erimesiyle küçülecek.  2100 yılında ise deniz seviyesi 43 cm yükselecek. Amsterdam, Atina, Barcelona, Dublin, Glasgow, Hamburg, Helsinki, İstanbul, İzmir, Kopenhag, Lizbon, Londra, Napoli, Marsilya, Odesa, Porto, St. Petersburg, Roterdam, Stockholm gibi şehirler 2050 yılından itibaren sular altında kalma tehlikesiyle karşılaşacaklar. Tehlike bunlarla sınırlı değil. İklim değişikliğinin başladığı dönemden bu yana gıda üretkenliği yüzde 20 gerilemiş durumda. Susuzluk ve kuraklığa bağlı gıda üretimi ciddi zarar görecek. Bütün dünyada özellikle de zaten beslenme sorunu yaşayan bölgelerde açlık başlayacak. İklim göçleri hız kazanacak. Tayfunlar, kasırgalar, orman yangınları, seller, hatta depremler artacak.

1,7 milyar insan afetlerden etkilendi

İnsanların rant ve kâr için hayvan habitatlarını işgal etmesi sonucu Covid-19 örneğinde görüldüğü gibi yeni hastalıklar, pandemiler yaşanacak. Bu durumdan en çok etkilenen ise çocuklar ve kadınlar olacak. UNICEF tarafından yayınlanan bir raporda, dünyada 1 milyara yakın çocuğun iklim değişikliğine bağlı afetlerin ve salgın hastalıkların tehdidi altında olduğu uyarısı yapılıyor. 2020’de yayımlanan Dünya Afet Raporu‘nda da son 10 yılda dünya genelinde 1,7 milyar insanın iklim ve hava bağlantılı afetlerden etkilendiğine, 410 binden fazla kişinin öldüğüne dikkat çekiliyor. Okyanusların ısınması ve asitlenmesi sonucu biyolojik çeşitliliğin azaldığına ve yaban hayvan türlerinin son 40 yıl içinde yüzde 60’ının yok olduğuna dikkat çeken bilim insanları artık dünyanın 6. yok oluşun içinde olduğunu belirtiyor. Artık eko-kırım (ecoside) olarak adlandırılan insan tarafından gerçekleştirilen çevresel yıkım ve iklim krizinin geldiği aşama korkutucu. Ama elbette yıkımı engellemek de yine insanların elinde. Kriz, kapitalist üretim ve endüstriyalizm ile birlikte hızla artsa da kökeninde toplumsal sorunlar yer alıyor. Devletli hiyerarşik sistemlerin temeli insanın doğa, erkeğin kadın üzerinde  hegemonya kurması ile atıldı. Yalnızca insanı merkezine alan üretim ve tüketim üzerine kurulu hiyerarşik sistemler, biçimi ne olursa olsun devletli uygarlıklar döneminden bugüne kadar süregeldi. Artık insanın kendisi, toplum ve doğa ile ilişkisini yeniden sorgulaması gereken bir dönemdeyiz. Ekolojik bir toplumu yaratma amacında olan Demokratik Modernite bize bunun yolunu gösteriyor. İnsanın doğa, erkeğin kadın, devletin toplum üzerindeki tahakkümü başta olmak üzere her türlü hiyerarşik ilişkiyi ortadan kaldıran ekolojik demokratik kadın özgürlükçü bir toplum kurmayı hedefleyen mücadele bugün her zamankinden daha önemli hale geldi. Bu yolda bugünden atılacak adımlar var. Bir yandan kendi kişiliğimizde özgür, kendine güvenen, kendi kendini yönetebilen, yaşamın maddi yönleri karşısında durabilen yeni bir özgür yurttaş özneyi yaratırken bir yandan da kapitalist modernitenin toplumun bütün hücrelerine uzanmış aygıtlarına karşı koyabilecek halk meclislerini bugünden inşa etmeye çalışmak bu adımlar arasında. Bugün var olan meclislerimizin özgür yurttaşların ve toplumların gelişmesine ne kadar hizmet ettiğini, bu meclislerde demokrasinin ne kadar hayat bulduğunu sorgulamak, eksikleri tamamlayarak onları gerçek halk meclisleri haline getirmek de oldukça önem kazanıyor. Bu oldukça uzun ve sistemli bir mücadeleyi gerektiriyor elbette. Krizin yakıcılığı önümüze güncel başka görevler de koyuyor. Özellikle de bizim gibi ekolojiyi siyasetin merkezine koyan hareketler için.

Tüketim toplumunun çocuklarıyız

Öncelikle, neredeyse sorgulamadan hayata geçirdiğimiz günlük alışkanlıklarımızı gözden geçirmek ve değiştirmek gerekiyor. Kapitalizm bize her yolla tüketin mesajı veriyor. Gerekli gereksiz her şeyi sürekli olarak tüketin. Bizler bir bakıma tüketim toplumunun çocuklarıyız. Durmadan alıyoruz ve biriktiriyoruz. Çünkü kapitalist üretim ilişkileri ihtiyaç üzerine değil birikim üzerine kurulu. Biz evlerimizde gıdayı, giysileri, gerekli gereksiz bir dolu şeyi biriktirdikçe kapitalist para babaları da kârlarına kâr katarak sermayelerini biriktiriyor. Bunu bilince çıkararak ihtiyaç temelli tüketim alışkanlığı edinmek bireysel olarak yapabileceklerimiz arasında yer alıyor.  Kullanmadığımız elektrikli aletlerin fişini çekmek, enerji tasarruflu ampul kullanmak, elektronik bir ürün satın alırken enerji tasarruflu ürünler almaya dikkat etmek, ısı yalıtımlı evleri tercih etmek, gideceğimiz yerlere yürüyerek gitmek, araba yerine toplu taşım ya da bisiklet kullanmak, elektrikli arabaları tercih etmek, plastik kullanımından kaçınmak, gıda atıklarını azaltmak bireysel karbon ayak izimizin azalmasını sağlıyor. Bunun yanında daha az kırmızı et, (özellikle sığır eti) süt, peynir ve tereyağı tüketmek de önemli. (Et tüketimini yarıya indirmek bile karbon ayak izini yüzde 40 azaltıyor.) Bu konuda çevremizi de olumlu etkileyebiliriz. Araştırmalar herhangi bir konuda bir kişide gelişen duyarlılık eğiliminin başkalarına da yansıdığını gösteriyor. Çünkü insanlar birbirlerinin ne yaptıklarına dikkat ediyor ve benzer davranışlarda bulunabiliyor. Örneğin bizim enerji tasarrufu, çevre koruması, geri dönüşüm gibi konularda adım atmamız komşularımızı da etkiliyor ve onların adım atması olasılığını yükseltiyor.

Ekolojik mücadeleyi politik mücadelenin esası kılmak

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bireysel olarak bütün bunları yapsa da ekolojik kırım ve iklim krizine tek başına çözüm olamıyor. Bu nedenle ekolojik mücadeleyi politik mücadelenin esas konularından biri haline getirmek gerekiyor. Bireyler hem yurttaş hem de tüketici olarak hükümetlerini ve şirketleri yapılması gereken değişiklikler konusunda adım atmaya zorlayabilir. Üniversiteler, inanç grupları ve farklı kampanyalar, fosil yakıtla ilgili yatırımlardan ve hisselerden veya yüksek salınıma neden olan sektörlere yatırım yapan bankalardan kaçınabilir. Dünyadaki ısınmanın 1,5 derecede kalması için 2030 yılına kadar karbondioksit (CO2) salımlarının mutlaka %45 oranında azaltılması ve 2050 yılına kadar net sıfır salıma düşmesi lazım. Bu ise, enerji, sanayi, tarım, konut, ulaştırmadan kaynaklanan CO2 salımlarının 2050 yılına gelindiğinde 2010 yılına göre %75-90 oranında azaltılmış olması anlamını taşıyor. CO2 salımını artıranların başında ise fosil yakıt kullanan enerji şirketleri geliyor. Bulunduğumuz her yerde hükümetlerden, petrol, kömür, doğal gaz gibi fosil yakıtları, nükleer enerji projeleri yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı, sürdürülebilir enerji altyapısını oluşturmak için harekete geçilmesini talep etmek bunların başında geliyor. İklim krizine yol açan şirketlerin ve bunları denetlemekle yükümlü devletlerin sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerini izlemek ve hesap sormak; enerji, doğal kaynak, inşaat, gıda, eğitim başta olmak üzere her türlü politikanın iklim krizini engelleyecek şekilde geliştirmesini sağlamak; sadece ekonomik büyümeyi değil, tüm ekolojik, kültürel ve çevresel değerleri bir arada ele alıp, onların korunacağı yeni bir yaşam kurmak bizim elimizde.  Bir Kızılderili atasözü ‘Yeryüzü, bize atalarımızdan miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık’ der. Çocuklarımıza iyi bir gelecek yaratmak için pek çok şey yapıyoruz. Sağlıklı beslenmeleri, iyi bir eğitim almaları, kendilerine özgür ve mutlu bir yaşam kurabilmeleri için çaba gösteriyoruz. Oysa onların her şeyden önce yaşayabilecekleri bir dünyaya ihtiyaçları var. Onlardan ödünç aldığımız dünya yok oluşa giderken daha fazlasını yapmak gerekmiyor mu?