Dağların zirvelerinde, kışın geldiğini haber veren sonbahar yağmurlarının eşliğinde, elli kadın uygarlığın gürültüsü-patırtısını geride bırakıp, kara ormanların derinliklerinde biraraya geldik. Her birimiz farklı diyarlardan ve pratiklerden gelen; yaşamı ayrı mecralarda deneyimleyen kadınlar olsak da yola çıkmamızı sağlayan, çare bulmayı umduğumuz ortak bir derdimiz vardı. “Biz kimiz, nereden geldik ve nasıl bir yaşam istiyoruz?” Nereye dönersek karşımıza çıkan, cevap veremediğimizde bir düğüm olup boğazımızı sıkan, kendi varlığımıza yabancılaşmamıza yol açan bu sorulara cevap bulmak arayışıyla yollara koyulmuştuk.
Amacımız birbirimizin deneyiminden öğrenmek, bizden önceki hakikat arayışçılarının izini sürüp, direnişin tarihiyle buluşmaktı. Bizlere unutturulan direniş hafızasını canlandırmak, kopan halkaların arasına yeni köprüler kurmak için yola koyulmuştuk… Ezcümle bizler kadın mücadele tarihinin bir kesitinde buluşmuştuk. Almanya, 2014 yılında düzenlenen ilk jineolojî konferansına ve 2017 yılında düzenlenen ilk jineoloji kampına ev sahipliği yapmıştı. Almanya Jineolojî Komitesi, şimdiye kadar birçok kamp, seminer ve eğitim faaliyetleri düzenlenmiş olup, bunların yanı sıra kadın mücadelesindeki parçalılığı anlamak ve güçlendirmek amacıyla ‘Almanya’da faşizm ve kadın kimliğinde yarattığı kırılmalar’, ‘Almanya’da cadı avları’, ‘toplumun hafızasından silinmeye çalışılan mitolojiler’ başta olmak üzere birçok konuda araştırma yürütmüştü. Bizler de bu yıl düzenlenen ikinci kampta bilgi ve birikimlerimizi daha da derinleştirmek ve pratikleştirmenin yol ve yöntemlerini zenginleştirmek için buluşuyorduk. Almanya Jineolojî Komitesi bu kampı düzenliyor olsa da hazırlık çalışmalarında komitenin dışında pek çok arkadaş yer almıştı. Jineolojî herkesin bilimiydi ve herkes kendisinden bir parça bulduğunu hissettiği bu eğitim çalışmasına aşkla-sevgiyle-tutkuyla katkı sunuyordu. İlk gün uzaktan gelenlerin yerleştirilmesi, tanışma ve yaşamın organize edilmesi ile bir bayram havasında geçti. Hazırlık komitesinin telaşı, her gelenin hemen çalışmaları omuzlama sorumluluğu ve ustalığı bir anda sanki hep ordaymışız, binlerce yıldır birlikte yaşamışız gibi sıcak bir atmosfer yaratmıştı.
Nagihan hep bizimleydi…
Aslında sadece orada bulunan bizler değil, bizimle birlikte orada çok daha fazla kişi vardı! Özgürlük arayışına daha önceden koyulmuş tüm kadınlar sanki bizimle aynı yolculuğa çıkmışlardı. Hem yaşadığımız ruh hali hem de öyküleri, pratikleri, sözleriyle bu bir varsayım olmaktan çıkıp, gerçeğe dönüşmüştü. İlk gün oluşturduğumuz komünlerimiz, isimlerini onlardan aldı. Mesela bir komünümüz hakikat yolcusu Nagihan Akarsel’in adını taşıyordu. Jineolojî tartışmalarını yürüttüğümüz tüm zaman boyunca Nagihan bizimle o salonda ve o tartışmaların ortasındaydı. Bunu çok yoğun hissettik. Jineolojî bilimini geliştirirken yaptığı tartışmalar, araştırmalar, ulaştığı sonuçlarla eğitim sürecimize rehberlik etti. Daha önce Almanya’da çalışma yürütmüş olan Delal Nurhak bizimleydi. Dünyanın farklı bölgelerinde sömürgeciliğe, faşizme karşı mücadele eden pek çok kadın yarattıkları direniş geleneği ve pratikleriyle eğitim boyunca tartışmamıza, paylaşımlarımıza, kararlaşmamıza yön verdi. Direniş hafızasıyla bağ kurmamızı ve yolumuzu bulmamızı sağlayan onların yürütmüş olduğu zorlu mücadelenin açığa çıkardığı sonuçlar oldu.
Öğretirken öğrenmek, öğrenirken öğretmek…
Alternatif yaşam arayışında olan ve bunun için mücadele eden kişilerin buluşmasında kapitalizmin bireyci, tüketici, rekabetçi anlayışları kendine yer bulamazdı. Bu nedenle kampa gelişle birlikte yaşamın her alanı komünal yaşam esasları üzerinden örgütlendirildi. Birlikte eylemenin, bildiklerini paylaşıp, yaşamı güzelleştirmenin güzel örnekleri yaşandı. Eğitim tartışmalarından, örgütlenmeye, temizlikten, yemek pişirmeye kadar herkes her işi yaptı. Öğretirken öğrendi, öğrenirken öğretti… Eğitimin sadece bilmek değil aynı zamanda eylemek, bildiklerin doğrultusunda yaşamı sürdürüp, değiştirmek olduğunun güzel bir örneğini yaşadık. Eğitimimizin temel şartlarından biri; eğitimi salt öğrenmekle sınırlandırmayıp, yaşamdan öğrenmenin ve öğrendiklerimizi yaşamsallaştırmanın yollarını bulmak ve gittiğimiz her yere öğrendiklerimizi yaşamsallaştırmanın sorumluluğunu üstlenmekti. Yani 5 günlük bir eğitim olsa da etkileri uzun zamana yayılacak olan bir eğitim çalışmasıydı planlanan. Bu nedenle eğitimi, yaşamın bütünselliğine denk bir yaklaşımla ele almaya çalıştık. Bir katılımcının ifade ettiği gibi; “anlamayı ve yorumlamayı akıl ve yürekle yapalım. Sadece akıl ile algılamak yarım anlamaktır.” Aklın yanı başına yüreği koyup, aşkla, coşkuyla ve umutla bizden önce hakikat arayışına çıkanların izinde yol alabildiğimizde amacımıza ulaşabilirdik. Yaşamın tanımını kampa ulaştığımız ilk gün, sözcüklere başvurmadan elden ele dolaştırılan renkli ipliklerle tavana ve duvarlara örülen ağla yaptık. Yaşam da tıpkı ördüğümüz bu ağ gibiydi; emek vererek, kendi farklılığını katarak, birlikte eyleyerek güzelleşebilirdi. Bu ağı bizden öncekiler de örmüştü; bizler en güzel renklerimizle bu ağı örmeye devam etmeliydik. Birbirimizi dinleyebilmeli, itiraz ve kabullerini görebilmeli, yanlışı düzeltip, doğruda buluşabilmeliydik. Bunun için her akşam günün değerlendirilmesinin yapıldığı tekmiller bu ağın en güzel dokunan yerini oluşturuyordu.
“Hevaltî”
Kapitalizm ruhumuzdan çalmış, yüreğimizle aklımızı karşıtlaştırmış, bizi gölgemizle yarışan pozisyona getirmiş. Aklın tek hakim olduğu yerde yalnızlık, çaresizlik, değersizlik, korku, ürkeklik, kendine güvensiz yaklaşımlar boy verirdi. Yaşadıklarımızdan görüyorduk ki liberalizmin öyle iddia ettiği gibi, bireycilikle insan kendine güvenen, güçlü biri olmuyordu. Bu nedenle “hevaltî” uzak diyarlardan dostluğu, arkadaşlığı, yoldaşlığı, emeği, fedakarlığı, cesareti, tüm güzellikleri yüklenerek gelip topluluğun diline yerleşmişti. Diğer dillerde bu anlamların tümünü yüklenecek başka tanımlar yok. Hevaltî, yürüttüğü mücadele ve verdiği bedellerle kendi tanımını yapan bir kavram… Diğer dillerin hiçbirinde bu anlamı ifade eden bir kelime olmadığından bizler “hevaltînin” etrafında toplanıp yeni bir toplumsallığı yaratma ve birlikte eyleme cesaretini ortaya koyuyorduk. Eğitim boyunca “biz kimiz?” sorusuna cevaplar aradık. Anne, eş, kız kardeş olmadan önce biz kimdik ve ne olmalıyız? Kimliklerin kriz yaşadığı, tanımsızlaştırmanın yükselen değere dönüştüğü bir dönemde kimlik tanımlaması yapmak, en basit ifadeyle devrimci bir cesaret ve iddialı duruş gerektiriyor. Elbette Jineolojî, kadının ve yaşamın bilimiyse üzerine çalışacağı, bilgisini açığa çıkaracağı şeyin tanımını yapmakla işe başlamak durumundaydı. Yani kadın hakkında var olan bilgi ile sınırlı kalamazdı, ontolojik olarak kadını tanımlamakla işe başlamak zorundaydı. Bu tartışmalar aynı zamanda kapitalist- ataerkil sistemin kadın üzerindeki saldırılarını deşifre edip, boşa çıkarmak açısından da son derece önemliydi. Çünkü tanımsızlaştırma, mücadele nedenini de ortadan kaldırıp, kişiyi her türlü saldırıya açık hale getirme anlamını taşıdığından, Jineolojî bilgisine ulaşmaya çalıştığı her şeyin öncelikle tanımlamasını yaparak işe başlardı.
Kapitalizmin ’topluluk olmayı beceremeyen’ insanları!
Kamplar aynı zamanda o güne kadar yapılan çalışmalar hakkında bilgilendirme ve birlikte yeni dönem planlamalarını açığa çıkarma ortamları. Bu nedenle eğitim gündemlerimizden biri de daha önce çalışmasına başlanan; Almanya’da toplumsallık ve birey ilişkisini araştıran sosyolojik alan araştırmasında ulaşılan sonuçların aktarılmasıydı. Eğitim alanının kendisi de bu araştırmanın bir parçasına dönüşüp, birlikte yapılan aktivitelerle araştırmaya veri oluşturuldu. Bizler araştırmanın dışında değil, birer parçasını oluşturuyorduk. Kapitalist eğitim sisteminin birey ile topluluk ilişkisini zedelediğini, bireyin küçük topluluklarda kendini daha rahat ifade ederken büyük topluluklarda zorluk çektiğini belirleyen bu araştırmaya göre, kapitalizm; topluluk olmayı pek beceremeyen, birbiriyle ortak iş yapma yetisini gösteremeyen, sürekli rekabete koşullanmış bir insan tanımı yaratmıştı. Bireyselleşmenin bu denli yüceltildiği bir ortamda topluluktan güç alma ve kendini değerli görme duygusu zedelenip, kendine güvensiz, kırılgan kişilikler açığa çıkarmıştı. Bu boşluğu kapitalizm tüketim kültürü ile doldurmaya ve her insanı bir Pazar haline getirmeye çalışarak doldurmaya çalışıyordu. Bunun farkında olup, itiraz edenler ancak birbirinden güç alarak ve birlik olarak bu durumu aşabileceğinin bilinciyle biraraya geliyordu. Rekabete değil, birlikte öğrenmeye odaklanarak bu durumu aşmanın mümkün olduğunu yaşana deneyimlerden görebiliyorduk. Bu güzel ve verimli tartışmaların yanı sıra aynı tarzda ele almadığımız, farklı düşündüğümüz konularda yok değildi. Doğal toplumu ele alış biçiminin romantize edildiğini, yaşananların daha farklı olabileceği yönlü eleştiriler ve değerlendirmeler bu alanda daha fazla tartışma ve araştırma yapma ihtiyacının olduğunu ortaya koydu. Diğer yandan ak-kara ikilemiyle düşünmenin izlerini taşıyan tartışmalarda yok değildi. İktidar ve hiyerarşiyi ‘ya hep ya hiç’ ikileminde ele alan, toplumsal organizasyonları da bu kapsamda değerlendiren yaklaşımlar, doğu düşünce tarzı ile batı düşünce tarzının bir senteze ulaşmasının gerekliliğini ortaya koyar nitelikteydi. Kampın moral gecesinde birlikte sanatsal üretimin en yaratıcı örnekleri sunuldu. Çok fazla zaman ayırmadan, ders aralarında buldukları kısıtlı zamanda muazzam yaratıcı gösteriler hazırlandı. Eğlendirirken düşündürten, düşündürtürken birlikte yapma cesareti ve istemi veren yaratıcı etkinliklerdi. Herkes bir anda sanatçı ve yaratıcı oluverdi. Başka bir ifadeyle içimizde baskıladığımız yeteneklerin açığa çıkmasına olanak sağladığından olsa gerek sanat yaşamın içine inmiş, her birimiz bir sanatçı oluvermiştik. Jineolojî çalışmalarına ilginin temel sebeplerinden biri de bu değil mi? Kendi varlığı ile bağ kurma yetisini kazanma, yol ve yöntemlerini bulma…. Kendi içine yolculuk ve kendini (xwe) bulup, çıkarma; kendin olabilme arayışına çözüm bulma…