Biz ölümsüzlüğe inanan bir nesilden geldik. Ölümü evrendeki varlığımızı tamamlayan bir varoluş biçimi gördük. Bunu bilmeyenler anlamazlar baharda gelincik tarlalarının neden bu kadar kızıl olduğunu. Ve bilmezler dağlarımızda açan rengarenk çiçeklerin bizi neden bu kadar heyecanlandırdığını. Rüzgarlara sığınan gülüşleri, şen kahkahaları duymazlar. Toprağı incitmek istemeyişimize, yıldızlarla konuşmamıza, güneşe bakıp gülümseyişimize anlam veremezler. Suların berraklığına dalıp gidişimizi boş gözlerle izlerler. Sırrımıza ermek isterler de bize bir nefes vermezler. Gözlerimizin değdiği uzaklara öyle kolay gidileceğini sanarlar. Seslerin ardındaki sesleri duyamaz onlar. Bize bir nefes verenler ise bilirler gelinciklerin kızılını, evrendeki varlığını devrimizle anlamlandırmak isteyen binlerce genç kadının ve erkeğin bedeninden dökülen kandan aldığını. Dünyaya savrulmuş evlatlarının geri döndüğünde, ülkesinin sıcak koynuna bıraktığı karmaşık hikayelerdir o renk cümbüşü. Filmlerdeki gibi son nefeslerini verirken değil, bizimle çay içerken, odun kırarken, nöbet esnasında karlı zirveleri seyre daldığımız esnada cümlelerin arasına sıkıştırdıkları özlemleridir rüzgarın fısıltıları. O ayrıntıyı onlar evrendeki varlıklarının başka bir aşamasına geçtiğinde ve siz acıdan kavrulduğunuzda, damarlarınızdaki kan çekildiğinde, beyniniz kalbine hükmünü yitirdiğinde kelimesi kelimesine hatırlarsınız. Kağıda değil kalbe yazılı sözlerdir ve unutmazsınız. Sırrımıza ermeyenlere değil sözüm… Bir çınar ağacının gölgesine oturunca yalnızlığını giderenlere değil. Ben çınar ağacının dalllarına, dağları delip vadileri çınlatan sonbahar yağmurlarına, ben baharda ilk gördüğüm kardelene, usul usul yağan kara anlatacağım diyeceklerimi. Orada saklı olan üç yiğit kadına.
Heval Sara! Sana diyeceklerim için baharı bekliyorum. Dersim’in dağları gelinciklere bezenince anlatacağım sana. ‘Düşün gerçek oldu. Bak herkes bizi konuşuyor. Kürdistan’ın dağlarında, Kobanê’de, Şengal’deki kadınların gülüşünün sırrını çözmek istiyorlar. Biz onlara bu gülüşü senden ödünç aldığımızı anlatıyoruz. Diyarbakır’ı anlatıyoruz ama tıpkı senin yaptığın gibi kimse utanmasın diye gökyüzüne bakıyoruz arada bir. “Heval Sara’ya yetişseydiniz o daha iyi bilirdi bu süreçleri” diye sitem ediyoruz inceden bu geç kalmış anlama çabasına. Henüz senin gibi açık yürekli olmayı başaramayışımızı hoş görmelisin. Öfkesini ve sevgini dolaysız anlatmak olgunluğuna henüz erişemedik. Kaygılanmana gerek yok, çünkü epey yol kat ettik varlık savaşında. Ütopyaların gerçek oluşuna tanıklık etmenin gururunu yaşıyoruz. “Kadınlar özgür olmadan toplum özgür olamaz” sözü sadece bizim rotamız değil. Oturup saatlerce ikna etmeye çalıştığın erkeklerin de kabul ettiği bir gerçek. Bu yüzden kadın sistemini kurduk. Siyasetteki varlığımızı artık ürkekçe tartışmıyoruz. Eşbaşkanlık sistemini bizden örnek alıp kendi işleyişlerine dahil eden partiler de var artık. En güzel sözümü de sona sakladım. Jineolojiden bahsediyoruz varlık savaşını sürdüren tüm kadınlara. Çoğu ilgili, “acaba bu bir çözüm olabilir mi” diye heyecan duymaları bile doğru bir yolda olduğumuzu gösteriyor. Şimdi dünyada kadın özgürlüğü adına mücadele yürüten kadınlar bizden bu toplumsal dönüşümü nasıl yarattığımızı öğrenmek istiyorlar. Onlara bu geçen yılları nasıl anlatmalı bilmiyoruz doğrusu. Uçurumda kanatlanan, ateşle dans eden, taktığı tek yüzük bedenini paramparça eden bombanın pimi olan kadınları anlatmak için yeni kelimeler lazım bize. Sen olsaydın anlatabilirdin hayatın sıradanlığına sığmayan, hayat kadar duru olan bu inancı. O yiğitliğin görkemini gölgelemeyen sade sözler bulurdun anlatmak için Beritan’ı, Viyan’ı, Zilan’ı… Dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz. Kadına yaraşır şeyleri yaratınca anlatmaktan da bıkmıyoruz. Bıkmadan usanmadan KJK sistemini, Kürde kaderini tayin hakkı veren meclisleri, komünleri, kooperatifleri anlatınca birbirimize sıra vermiyoruz. Şengal’de, Rojava’daki kadın direniş birliklerine on binlerce kadının katıldığını, ordumuzu büyüttüğümüzü gururla anlatıyoruz. Haa bir de seni Rosa Lüksemburg’a benzetiyorlar! Bu bizim değil, seni tanıyan dünya kadınlarının söylediği. Şu patlayan tomurcuk sensin biliyorum heval Sara. Öfkelendiğinde, sevindiğinde, duyguların senden taşınca kızaran yanakların gibiydi o daldaki pembelik. Demek duydun anlattıklarımı.
Diyeceklerim bu kadar. Şimdi yıldız tozunun evrene yayılma zamanı geldi. Sen bir şelale ol. Akışına söz geçirilemeyen, güzelliğine söz yetmeyen türden. Benim susma zamanım geldi. Sen Diyarbakır deyince susardın ya, hani öyle bir susmak olsun. Sen değil başkaları anlattı ya sustuğunu. Bizi de ancak bu zulmü durdurursak anlatsınlar. Ruhumuzu kirletmeye çalışanlarla hesaplaşınca anlatacaklarım çoğalacak. Ekin Wan’ın cesedini çırılçıplak edenleri, kızının cesedini buzdolabında saklamak zorunda kalan anneyi, Özgecan’a tecavüz edip cesedini yakmaya çalışan namertliğin karşısına dikilince biriktirdiklerimle gelip bulacağım seni heval Sara. Sustuklarım bunlardır…
Sevgili Rojbin! Yoksa beni mest eden bu leylak kokusu sen misin? Yanılmıyorum, sen hep güzel kokardın. Bu mor çiçekler de gülüşün gibi zaptedilmez. Bahar gibi geldin madem, sana da baharlarımızdan bahsetmeliyim. Hani en küçük bir fırsatı bir diplomatik hamlelerin için değerlendirirdin ya. Derdimizi anlatmak için parlamenter, anarşist ya da sokakta merhabalaştığın bir insan hani farketmezdi ya senin için. Şimdi onlar gelip bize soruyor ne istediğimizi, Rojava’da demokratik konfederalizmi nasıl inşa ettiğimizi… Kobanê’de olan biteni… Ne oldu biliyor musun? Geçtiğimiz yılki 8 Mart kutlamaları YPJ’ye adandı. Düşün, politik görüş farklılıklarından ötürü birlikte hareket etmeyen birçok kadın örgütü bu haklı gururu paylaşmak için Şengal’den Rojava’ya “Yaşasın YPJ” sloganı altında birleşti. Özgürlük mücadelemizi İspanya’dan, Lübnan’a, Latin Amerika’ya kadar anlatma fırsatı elde ettik. Plaza Del Mayo anneleri bir eylemlerinde sizi anlattılar. Otuz sekiz yıl önce onlar o meydana gelip oturduğunda sen henüz doğmamıştın. Yüzlerinde yaşadıkları acılar kadar çizgi olan bu anneler sol yumruklarını sizin için kaldırdılar. Senin gülüşünü nadiren bıraktığın o düşünceli halinle çekilmiş resmin, Heval Sara’nın o kararlı ve asalet yüklü bakışları, Heval Ronahi’nin masumiyeti anlatan o resmi onların acıyı yoğurdukları ellerinde idi. Kürdistan’da bir kelebeğin kanat çırpıntısı Plaza Del Mayo annelerinden birinin beyaz tülbentini havalandırdı. Arjantin’i görmediysen, onu da yaz bizi anlatmak için gezdiğin ülkelerin listesine. Sevgili Rojbin gelişmeler öyle baş döndürücü ki. En güzeli ne biliyor musun “Jin-Jiyan-Azadî” sloganı evrensel bir slogan haline geldi. Tüm eylemlerde farklı dillerde atılıyor. Fransızca, İtalyanca, Almanca ve Flamanca atıldığına bizzat tanık oldum. En çok Fransızcasını sevdim, acaba senden ötürü müdür! La Femme-La Vie-La Liberta! Kafiyesi kendinden bir slogan! Geçen 25 Kasım eyleminde (Hollanda’da yaptık) bu sloganı attık “kimse bizi anlar mı” diye düşünmeden. Yoksa sen miydin bizim kulağımıza o sloganı fısıldayan.
Biliyorum ki içimi bir leylağa dökebilirim. Bir kelebeğin kanat çırpıntısını duyabilirim şehirlerin sağır gürültüsünde. Sen ey yıldız tozunun çocuğu! Sabırla beklerim yalnızlığımı gidermeni, evreni dolaşıp bir leylak kokusunda bana kendini hatırlatmanı. Şimdi git dolaş evreni, kendinden taşan gülüşünü taşıması için sabah güneşinden yardım iste ki seni özlemeyelim. Anlatacaklarım bitmemişti ama bilemedim seni üzer mi yoksa gurur mu verirdi? Şimdi git, sonbahardayız. Peru’da ya da Brezilya’daki yağmur ormanlarında bir ağaçla soluk al. Seninle birlikte soluk alan kırk bin çeşit ağacın olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor. Şimdi susacağım. Sen dönene dek Eric Scurfield Konstandinos, John Gallagher, Kevin Joachim, İvana Hoffman, Ashley Johnson ve Suphi Nejat Ağırnaslı’yı dünyaya anlatacağız. Tek bir cümle kuracağız ve şöyle diyeceğiz: Onlar insandı, gelecek nesillerin yüzüne bakarken utanmak istemediler. İspanya’daki enternasyonalist tugayların üyeleri gibi binlerce kilometre öteden geldiler o çöl şehrine. Geride bıraktıkları nehirleri, ormanları, denizleri, evlerini, her gün başlarını koydukları sıcak yastığı aramadılar. Kobanê’nin adını bu yüzden duymayan kalmadı. Artık yitirmenin acısında birleşiyoruz onları sevenlerle, onların geldiği toplumla.
Sen Ronahi yoldaş. Şubatın soğuğunda yürürken çimenlerin üzerinde gördüğüm çiğ taneleri sendin demek. Gençliğine, dizginlenmez sabırsızlığına da uyuyor havaya düşen cemre olmak. Sana anlatacaklarım da öyle çok ki. Cizre, Nusaybin, Sur, Silopi, Silvan, Kerboran, Lice… Kalbura dönmüş evlere bakınca Filistin’de olduğunu sanma. Soğuk bir Avrupa ülkesinde uğruna can verdiğin vatanının kalbi şimdi bu kentlerde atıyor. Gençler günler geceler boyunca uykusuz nöbet tutuyorlar diktatörün ağzına pelesenk ettiği hendeklerin başında. Tatlı bir uyku bastırınca yaşadıkları o irkilme sen misin? Senin en sevdiğin şeyi yapıyorlar, Halay çekiyorlar sabaha kadar mevzilerinde, marşlar söylüyorlar, zılgıt çekmeyi ıslık çalmayı öğreniyorlar. Bunların toplamı olan direnmeyi öğreniyorlar. Şimdi “onlar da bir yol ayrımındalar” diyenler var ama her yerde direnişe öncülük ettiklerine göre tercihlerini çoktan yapmış görünüyorlar. Senin yaşıtlarını anlamak zor. Bazen bu denli umursamaz oluşlarına öfkeleniyorum. Kafalarını akıllı telefonlarına gömüp gülüşlerini, öfkelerini, özlemlerini gülümseyen, gözyaşı göken, kaş çatan sarı bir yüzün anlatmasını beklemeleri tuhafıma gidiyor. “Zaten onları çözebilirsen gençlik dönemi bitmiştir” dediğini duydum. Gurur duyuyorum onlarla. Gülüşlerindeki o ışık, hislerindeki o duruluk, eylemlerindeki o kararlılık, kavgaya girişlerindeki o hesapsızlık hayranlık uyandırıyor hepimizde. Sana ne kadar da benziyorlar bu yönleriyle. Şimdi git dörtnala koşan kızıl bir at ol, rüzgara sen emir ver ve o götürsün seni istediğin yere. Boynuna kemendi geçiremesinler hiç; isyanın, asiliğin delice akışın hiç durmasın. Biz de durmayacağız çünkü hesap sormamız gerekiyor. Kobanê’ye çocuklara gülmeyi hatırlatmak için giderken gülüşlerini dondurdukları Ezgi Saadet’in, Polen Ünlü’nün, Nazlı Akyürek’in katilleriyle hesaplaşma zamanı. Ankara’daki 102 canın katilleriyle hesaplaşma zamanı. Onların çok özledikleri gökyüzünün mavisine kan bulaştıranlara inat sarıyı güneşle, maviyi gökle, yeşili buğdayla, kızılı ateşle hatırlayacağız. Gülüşünün sıcaklığı kalbimize işleyen insan güzellerini bizden çalanlarla yüzleşme vakti. Kobanê’de Arin’in, Şengal’de Vinar’ın, Kandil’de Beriwan’ın, Iğdır’da Andok’un, Holl’de Argeş’in ardından döktüğümüz gözyaşlarıyla arınma zamanı. Cizre’de Lokman Birlik’i, İstanbul’da Dilek Doğan’ı anasının kucağından, yar’inin elinden çekip alan o soğuk elleri kırma zamanı.
Biz ölümsüzlüğe inanan bir nesilden geliyoruz. Bir gece yarısı usulca çekip çıkarız evlerimizin kapılarından. Ne gölgesine sığındığımız erik ağacı, ne sabahları tatlı uykumuzdan bizi vazgeçiren taze ekmek kokusu, ne uyandığımız kabuslardan sonra sığındığımız ana kucağının sıcaklığı bizi yolumuzdan çevirebilir. Varlığımızın anlamı olmadığı mekanlardan çekip gideriz bizi bekleyenlere aldırmadan. İnsani zaaflara yenilenlerden değiliz. Korkunun soğuk gölgesinin her insanın içinde olan cesaretin üzerini örtmesine izin verenlerden değiliz. Ölümü bir son bilenlerden ve zulme göz yumanlardan değiliz. Sırf nefes almak için insanın kendi soyuna reva gördüğü bu zulme seyirci kalanlardan hiç değiliz. Öyle olsaydı gözlerimizi sıkıca kapatır, kamaşmasını hayatın ışıltısı sanabilirdik. Biz hayatı savunanlarız. Ruhun karmaşası bedene sığmaz olduğunda gidenlerdeniz biz. Üzüldüğümüz tek şey ise kavganın kanunlarını bilmeyenlerle savaşmak. Size sıkılan kurşunlar, yüzleri gibi yaptıklarında da bir damla ışık olmayan adamların yıktığı şehirler, onlara sırtını dayayan ve zulmün baki olduğunu sanan gafil ile kullarının katlettiği çocuklar, geride kalan analarının ağıtları ve yüreklerine yapışan tarifsiz acı. İşte bunlar yaralıyor bizi. Hayata insana yaraşmayan bir zulmün coğrafyasında olmak işimizi daha da zorlaşıyor. Öyle ki bazen ruh utanıyor taşıdığı bedenin canlı oluşundan, soluk alışından. Biz böyle anlarda size sığınıyoruz. Varlığına anlam arayan ruhlarınıza sesleniyoruz. Damarlarımızı çatlatan kutsal acıya, öğretici yokluğa sığınıyoruz. Kavganın haklı gururunu sizlerle paylaşmayı borç bildim, acıyı biz geride kalanlar pay edeceğiz. Kavgadan, direnişten, sabırdan yana ne varsa onları da pay edeceğiz aramızda. Sustuklarım bunlar. Çok uzaklarda dağların bağrını delen o şelale şimdilik duymasın sesimi. Huzurla büyüsün yağmur ormanlarındaki o ağaç. Dörtnala koşan o at tozu dumana katsın. Ve duymasın sustuklarımı, buraya yazdıklarımı…