“Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu.” Bu sözler Margaret Atwood’un 1985’te yazdığı “Damızlık Kızın Öyküsü” adlı kitapta yer alan kadın kahraman Offred’e ait. Kitabın her satırında oldukça çarpıcı işlenen kadın, erkek ve sistem sorunu aslında günümüze ve geleceğe de ışık tutuyor.
“Damızlık Kızın Öyküsü” kitabı; adından da anlaşılacağı üzere kadın üzerine kurgulanmış gerici bir sistemin varacağı dehşetin öyküsünü anlatıyor. Kitap feministler tarafından bir distopya olarak nitelendirilse de günümüz dünyasında yaşanan birçok köklü sorunlada benzerlik gösteriyor.
Kitapta gelecekteki bir zamanda havanın aşırı kirlendiği, küresel ısınmanın had safhada olduğu, insanın doğa ve toplum dengesini bozması sonucu bir çok felaketin yaşandığı bir dünya tasvir ediliyor. Bütün bu doğal olmayan süreçler sonucunda kadınlardaki doğurganlık büyük oranda azalmış, kısırlık en büyük sorunlardan biri olmuştur. Her ülke kendince nüfus arttırmak için tedbirler geliştirirken Amerika’da iktidar aşırı dinci bir grubun eline geçmiştir. Gilead adı verilen aşırı teokratik-dinci bir ülke yapılanmasına gidilmiştir. Tabi dinci yapılanmanın ilk işi kadınlara dönük yasalar çıkarmak oluyor. Kadınların daha önce kazandıkları bütün hakları sıfırlayan bu rejimde, bir tek doğurganlığını hala kaybetmemiş olan çok az kadın da damızlık olarak kullanılıyor.
Tabii ki her gerici sistemde olduğu gibi Gilead rejiminde de ilk saldırı ve yasaklar kadınlar üzerinden oluyor. Katı dini kurullara göre yeniden örgütlenen erkek egemenlikli bu toplumda kadınların yaşama dair herhangi bir konuda söz hakları olmamakta, üretim dışı kalmakta, ya damızlık, ya hizmetçi ya üst sınıf sistem savunucusu, ya da fahişe olarak sınıflandırılmaktadır. Hatta kadınlar kendi gerçek isimlerini kullanamamakta, ait olduğu erkeğin ismiyle anılmaktadır. Kitap kadınlar şahsında geleceğe dair dehşet bir tablo çizse de, günümüzde uzak olmadığımız gerçekleri de yüzümüze vurmaktadır.
Kadınlar bu sistemde ansızın şöyle bir dünyayla karşılaşıyorlar. Adları, hakları, kişilikleri, düşünceleri, benlikleri yok sayılmıştır. Kocaman bir “hiç”e dönüştürülmüşlerdir. Sadece bir “rahimleri” varsa bununla değer kazanıp toplumda yer edinebiliyorlar. Bedenin doğurabiliyorsa geçici bir süre sahipleniliyor, besleniyor sonra da “toplama kamplarına” gönderiliyorsun. En kötü işlerde çalışarak üst sınıfa hizmet ediyorsun. Bir fazla bir eksik bu sistem açısından anlam ifade etmiyorsun.
Hikaye tek hakikatin savaş ve üreme üzerine kurgulandığı bu ülkede militarist sistemin dini gericilikle bütünleştiğinde kadını ve toplumu da yok ettiğinin ibretlik bir tablosunu çiziyor. Kitap anlattığı ve dokunduğu gerçeklerle geleceğe dair bir hakikate değil, aslında içinde yaşadığımız gerçekliğin kendisine parmak basıyor.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Dini faşizmin hüküm sürdüğü şimdinin Türkiyesi, kitapta anlatılan bir distopya değil, günümüzün ta kendisidir. Erkek egemen, muhafazakar, kadını üremeyle sınırlandıran, damızlık olarak gören, ikide bir kadınların ne kadar çocuk doğurup nerede duracağını, nasıl giyineceğini, fıtrata uygun olarak nasıl davranacağını söyleyen otokratik bir yapılanma olarak karşımızdadır. Belki de AKP hükümetini en iyi anlatan olgu “mahrem” kavramını hayatın her alanına yerleştirmiş olmasıdır. Kadına ait herşeyin mahrem ve ayıp kavramlarının arkasına gizlendiği, nüfus olarak bile ne kadar çoğalacağı, kimin için doğuracağı bir sistemdir yapılandırılan.
Hani unutmadık Erdoğan’ın en son Kürt aileleri tarif ederek “teröristler çok çocuk doğuruyor” deyişini.
Günümüz Türkiye’sinde her sabah uyandığımızda bizi bekleyen “erkekler bugün şu kadar kadın öldürdü” gerçekliğidir. Çetelelerin sadece Türkiye’de değil, dünyada da her gün kadın katliamları olarak kabardığı bu süreçte, eğer radikal mücadele edilip bu sistem değiştirilemezse bütün kadınları bekleyen kocaman bir metalaşma, mülkleşme ve kitapta anlatıldığı gibi “damızlık” olma halidir. Türkiye bunun en çarpıcı örneğidir.
Dolayısıyla kitaplarda ve bol gişeli filmlerde anlatılan geleceğin hikayesi değil, sadece götürülmek istendiğimiz cehenneme alıştırma sürecidir. Bu anlamda anlatılan bizim hikayemizdir.
Ancak unutulan hakikat ise; tarihin her zaman egemenlerin mutfaklarında kurgulandığı gibi olmadığıdır. Tam da o hükmettiklerini sandıkları kadınlar var ya, işte onlar sistemin Aşil Topuğunu en iyi bilenler olarak nereden vuracağını da bilmektedirler.