Hegemonik saldırılar ve Ortadoğu krizi

- Abdullah ÖCALAN
684 views

Uygarlık sistemlerinin üç özelliğini yeniden hatırlarsak, bunlardan birincisi rekabet-hegemonya, ikincisi merkez-çevre ve üçüncüsü inişli-çıkışlı döngüsel karakteridir. Bunların temelinde ise, iktidar ve ekonomiye yönelik tekellerin kendi aralarındaki mücadeleleri yatar. Uygarlığın çıkış ve olgunlaşma dönemlerinde daha yavaş bir seyirle kendini gösteren bu eğilimler, kapitalist modernite çağında hem kısa aralıklı, çok yoğun ve hızlı, hem de çok kanlı bir biçimde yansırlar. Toplumsal, ekonomik ve politik yaşam üzerinde bu etkenler ve eğilimler sonucunda rekabet-hegemonya, çok gelişmiş merkez metropollere karşılık az gelişmiş kolonyal bölgeler, kısa ve uzun aralıklarla kendini gösteren buhranlar ve çöküşler hiçbir zaman eksik olmaz.

Moderniteyi değerlendirirken yapılan tüm hata ve yanlışlıkların temelinde yatan bir yaklaşım tarzını aşmak ve kesinlikle düzeltmek gerekir. O da ülke, ulus-devlet, olay ve şahıs bazlı düşünme ve hüküm yürütme alışkanlığıdır. Özellikle ulus-devlet ideolojilerinin bu yönlü pozitivist yaklaşımları, toplumsal tarih gerçekliğinin karartılmasında belirleyici rol oynar. Amaç ulus-devlet tanrıcılığını ve dinciliğini kesin hakikat olarak sunmaktır. Doğru olan, nesnel-öznel aynılığına düşmeden, evrensellik-tikellik iç içeliği temelinde toplumsal doğayı inşa edilmiş gerçeklikler, anlamlar ve hakikatler bütünlüğü içinde bilme tarzıdır. Yaşamsal bakış olarak da değerlendirebileceğimiz bu yaklaşım, tüm evrenselliklere olduğu kadar tikelliklere ve doğallıklara da temel yöntem olarak uygulanmak durumundadır.

İngiltere tekelciliği

İngiltere tekelciliği (Hegemon, dünya-sistem, kapitalist sömürgeci, emperyalist, imparatorluk, modernite, uygarlık olarak da adlandırılabilir) üç sacayağı -kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm- üzerinde çıkış yaparken, aynı eğilimler içinde hareket etti. Rekabet-hegemonya, merkez-çevre ve inişli-çıkışlı krizler hep var oldu. Rakiplerini kontrol altına almayı, merkezini çevreye hâkim kılmayı ve bunalım döngülerinden (kısa ve orta süreler-konjonktürel bunalım) çıkmayı başardı. İç ve dış koşullar ayrımını yapmadan, bu hareket tarzını tüm stratejik ve taktik hamlelerine uyguladı. Buna ister emperyalizmin ‘böl-yönet’ politikası ister strateji ve taktik ustalığı diyelim, özünde aynı yaklaşımı ifade eder. Bunlar kapitalist modernitenin mantığı, yapılanması ve anlamı gereği böyle işlemektedir. İngiltere sistemin oluşum mantığını kullanarak Avrupa’daki rakiplerini etkisizleştirmeyi, özellikle Fransa, Almanya ve İspanya’nın hegemonik özlemlerini boşa çıkarmayı başardı. Şüphesiz üç temel silahı olan kapitalizmi, ulus-devleti ve endüstri mantığını en uygun biçimde işletmesi bunda belirleyici oldu. İngiltere’nin bu mantık temelinde kullanmadığı hiçbir hakikat kalmamıştır. Bu mantığı işleterek Portekiz’i İspanya’ya, Fransız Devrimi’ni Fransa’nın hegemonya peşindeki krallığına, hatta sisteme en bilinçli biçimde karşı çıkmaya çalışan K. Marks ve Marksistleri Almanya’ya ve Avusturya İmparatorluğu’na, tüm Hıristiyan mezhepleşmelerini Papalık otoritesine karşı kullanmaya çalışmış ve çoğunlukla da bunu başarmıştır.

Örgütlendirilmiş hakikat gerçekliği

19. yüzyılın ikinci yarısında tüm dünyada üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu tesis etmesinde belirleyici olan çıkış yapılan ülke, devlet, ulus ve hatta sınıfın büyüklüğü değil, dayanılan sistemin rakipleri karşısındaki mantığı, anlamı ve hakikat değeri olarak gücüdür. Güç’ün bu yönlü en başarılı biçimde kullanımını Büyük İskender’de de görüyoruz. İskender’in arkasındaki sistem Grek uygarlığıydı. Sistemlerin rekabet mücadelesinde sonucu belirleyen, dayandıkları mantıkî anlam ve hakikat değeridir. Her mantıkî anlam hakikat haline gelmeyebilir. Hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır. Bir kişide güçlü şekilde yaşanan anlam örgütlenip hareketlendikçe bir toplumsal hakikat haline gelebilir. Toplumsal mücadelelerde karşı karşıya gelen hep bu yönlü örgütlenmiş hakikat halleridir. Anlamlı yaşam değeri olanlar er geç sonucu belirleyeceklerdir.

Dikkat edilirse, iktidar ve güç krizinde başta ABD, Rusya ve Almanya olmak üzere, diğer modernite temsilcilerinin rolünü pek irdelemedik. Bunun nedeni modernitenin belirleyici rolünü öne çıkarmak kadar, ülke isimlerinin anlatıma pek güç katmadığını belirtmek içindir. Kaldı ki, bu tip güçlerin, özellikle ABD ve Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan müdahalelerinin iktidar krizini daha da derinleştirmekten başka sonuç vermediği günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Afganistan, Irak, İran, Suriye-Lübnan, İsrail-Filistin başta olmak üzere, diğer Ortadoğu ülkelerinde siyasi bunalımların vardığı düzey yaklaşımımızı doğrulamaktadır.

İster milli ister dinci görünsün, bölgenin inşa edilmiş irili ufaklı tüm devletlerinin kapitalist modernitenin pespaye ajanları ve figüranları olmaktan öteye rol oynamadıkları açıktır. Kısa tarihlerine bir göz atıldığında, milli ve İslamcı devletlerin emperyalizmin son iki yüz yıllık imalatları olduklarının anlaşılmasında güçlük çekilmeyecektir. Hegemonik ürünler olmaları ve ‘ucube yurttaş’ oluşumu üzerinden estirdikleri terör nedeniyle bu devletlerin gerçek yüzleri bir türlü anlaşılamamıştır.

Yeni Ortadoğu savaşları?

Kendi iktidar ve ulus-devlet güçlerinin ajan-figüran rollerini bu denli başarıyla gizledikleri Ortadoğu’ya benzer ikinci bir alan daha göstermek mümkün değildir. Bunda iktidar ve devlet oyunlarında edinilen binlerce yıllık tecrübenin ve ideolojik hegemonyanın da çok önemli payı vardır. İktidar ve devlet krizlerinin derinliğini Afganistan, Irak ve İsrail-Filistin’de gözlemleyenler durumu yadırgayabilirler. Fakat bu gerçeklik krizin ve kaotik durumun tarihsel temelinin derinliği kadar, uygarlığın çöküşü ile ilgili önemli bir yanının olduğunu göstermekte ya da kanıtlamaktadır. Sadece son iki yüz yıllık ulus-devletçikler çözülmemekte, aynı zamanda beş bin yıllık devletçi ve iktidarcı uygarlık geleneği de çökmektedir.

Ortadoğu’daki iktidar ve devlet krizleri ancak uygarlık temelli olarak çözümlenirse kavranabilir. Kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık cilası uygarlık krizini göz ardı ettirmemelidir. Kaldı ki, modernitenin kendisi, Ortadoğu’daki uygulamalarıyla kaotik özelliklerini bütün açıklığıyla ortaya sermiştir. Kapitalizmin bir kriz rejimi olduğunu alandaki uygulamaları kadar öğretici kılan başka bir deneyim yoktur.

ABD-AB hegemonyasında yürütülen yeni Ortadoğu savaşları nasıl sonuçlanabilir? Bu savaşlar daha da yaygınlaşıp yoğunlaşacak mı? Hegemon güçler bölgeyi terk edebilirler mi? Ederlerse veya etmezlerse neleri beklemek gerekir? Açık ki bu temel sorulara net ve kesin cevaplar verilemez. Ama farklı bir tarihsel aşamayla karşı karşıya olduğumuz kesindir. 

Ortadoğu’da demokratik modernite çözümü

Bir toplum için en büyük felaket, kendisi hakkında düşünce üretme ve eylemde bulunma gücünü yitirmesidir. Bunu çok önceden iyi bilen hiyerarşi ve uygarlık güçleri, ideolojik hegemonya diyebileceğimiz zihinsel hâkimiyetlerine öncelik vermişlerdir. Hegemonyanın sürdürülmesinde şiddet tek başına kalıcı bir rol oynayamaz. Eğer şiddetle amaçlanan toplum üzerinde bir çıkar elde etmekse, bunun için artık-ürüne ihtiyaç vardır. Toplumlar ikna edilmeden uzun vadeli çalıştırılmaları ve artı-ürün yaratmaları beklenemez. İdeolojik hegemonya bu iknayı sağlayarak, toplumu şiddet hegemonyasının öngördüğü ve belki de beklediğinden daha fazlasını sağlayan birikimlere açık hale getirir.

Oryantalizm, Avrupa modernitesinin Doğu ve Ortadoğu için geliştirdiği ideolojik hegemonyanın bilimsel ifadesidir. Çok etkili bir düşünce hegemonyası olarak işlevini sürdürmektedir. Modernitenin küreselleşmesi ideolojik küreselleşmeyle iç içedir. Belki de ideolojik hegemonya daha önceliklidir. Zihinlerin fethi kadar etkili başka bir fetih yoktur. Bu satırları yazarken bile oryantalizmi ne kadar aştığımı kendime hep sordum. Çok iyi biliyorum ki, bu zihniyetle düşünmem beni düşünce köleliğinin fasit dairesinden kurtaramayacak, tersine azap verircesine aynı dairenin içinde döndürüp dolaştıracaktır. Geleneksel anti-modernistlerden İslamcı olanları, İslam’ın bir düşünce tarzının olduğunu ve Garptan bağımsız düşündüklerini 19. yüzyıldan beri ısrarla söylemleştirirler. Yanılma payı yüksek olan bir söylemdir İslamcılık. Anti-modernistliği kesinlikle oryantalist tezler üzerinde yürütmektedirler. Müslüman Kardeşler’den El-Kaide’ye kadar sözde anti-modernist geçinen İslamcı güçlerde bu böyledir. Anarşistler dahil keskin solculuk peşindeki akımlar, tüm karşı idealarına rağmen, genelde modernist düşünce olmaksızın, Ortadoğu’ya ilişkin ise oryantalizmsiz düşünecek durumda değildirler. Reel sosyalizm en aşırı modernizmdi. Çin modernizmi oryantalizmin zaferidir. Hindistan gelenekçiliği için de durum farklı değildir.

Anti-oryantalist olmak bana ilginç ve çekici gelir. Düşünce özgürlüğü kendi başına anti-oryantalizmi ifade etmez. Oryantalizmi aşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Kapitalist modernitenin üç sacayağı üzerinden anlatımını reddetmek belki anti-modernistlik olabilir. Ama kendi başına modernizmi, oryantalizmi aşma anlamına gelmez. Daha da önemli olan, reddedilenin yerine neyin konulacağıdır. İslamiyet veya herhangi bir gelenek de moderniteyi reddedebilir. Fakat sıra seçenek olmaya geldiğinde, modernite güçlerine teslim olmaktan başka çarelerinin olmadığını görürler. Açık veya kapalı teslimiyetin çıkarları gereği olduğunu bilerek moderniteye tabi olurlar. Reel sosyalizmin çöküşü, moderniteyi aşmak şurada kalsın, üç sacayağı üzerinden tamamen moderniteye aşırı bağımlı (Özel kapitalizm yerine devlet kapitalizmini uygulamak ret anlamına gelmez) olmasının bir sonucudur. Çin kadar bu yargıyı çarpıcı biçimde doğrulayan başka bir örnek ender bulunur. Ortadoğu’da gerek Marksizm’in gerek dinciliğin kalıcı bir sistem geliştiremeyişi oryantalizmi aşamamalarından, hatta oryantalizmin daha aşırı uygulayıcıları olmalarından ileri gelmektedir.