‘Kendisi olma’ bilinci olarak Öz Savunma

- Zeynep TAŞGİR
502 views

Öz savunma, canlı varlıkların kendilerine yönelen her türlü tehdit veya saldırıyı öz güçleriyle boşa çıkarma ve bertaraf etme bilincini ve yeteneğini gösterebilmeleridir.  Her canlı için var olmanın yegane yoludur. Varlığın kendi güvenliğini sağlaması, kendini özgür kılması mücadelesidir. İnsan türü ve toplum için bir bilinçtir. Kendini savunma, koruma, var etme, varlığını sürekli kılma bilinci. Bir yaşam çizgisi, örgütlülüğü, ahlaki-politik bilinci olarak da yorumlanabilir.

Salt şiddet içerikli saldırılar karşısında kendini savunmaktan ibaret değildir. İdeolojik,  kültürel, inançsal saldırılar karşısında kendini savunmak öz savunmanın cevherini oluşturmaktadır.

Bilge insan öz savunmayı “en temel bilinç, örgütlülük ve eylem işi” olarak tanımladı. Kendisi olma ve savunabilme bilincidir. Yine Sokrates “kendini bil” öğretisini yaparken öz savunmanın gerekliliğine işaret eder. Ya da öz savunmanın temeline “kendini bil” adımını koyduğunu söyleyebiliriz. Demokratik ulus bireyleri olma yolunda ilerlerken, öz savunmaya vazgeçilmez bir ilke olarak bakmak en doğrusudur.

Kimi boyutlarıyla öz savunma bilincini daha da somutlaştırırsak; evrenimizin kendini var etme ve varlığını sürekli kılma mekanizmasında öz savunmanın başat rol oynadığını görebiliriz. Canlı bir evrenden söz ediyoruz. Evrenimizin sürekli işleyen bir hareket tarzı var. Galaksimiz envai çeşit renkliliğine sahip. Bu renkliliğin kendi arasında bir uyumu söz konusu. Galaksimizin sarmal kollar şeklinde hareket ettiği belirtilir. Ve algımızın, algıladığımızın çok üstünde bir hızla ve uyumla hareket halindedir. Belki de uzay ve zaman boşluğundan gelebilecek bir tehlikeye karşı kendini savunma pozisyonundadır. Galaksimiz keşfedilmeyi bekleyen hazine misali başucumuzdayken, evrenimiz içinde olan canlıların savunma mekanizmalarını irdeleyebiliriz.

Bir mücadele yöntemi olarak özsavunma

Gerçek şu ki; öz savunması olmayan bir canlının varlığını olduğu gibi sürdürmesi mümkün değildir. Sürekli başkalaşıma uğrayan pozisyonda olur ya da uzay boşluğunda asılı kalır. Kuantum disiplininde ölüm olgusunun ortadan kalktığını görüyoruz. Yaşamın; canlının, enerjinin form kazanmış hali olarak düşünebilir ve kendini sürdürme çabası olarak algılayabiliriz. Zaten tüm canlılarda bir mücadele yöntemi olarak karşımıza çıkıyor öz savunma. Çünkü öz savunma mekanizması olmadan küçük veya büyük hiçbir canlı varlığını sürdüremez ve başkalaşıma uğramaya mahkum olur. Başkalaşıma uğrayan canlı, yeni formunda da öz savunmasını aktif kılmazsa yine başkalaşıma uğrar ve bu döngü böylece devam eder.

Atomu parçalayan Einstein, en küçük parçanın atom değil, atom altı parçacıklar olduğunu gösterdi bizlere. Atom’un bir zarla kaplı olduğunu, bu zarın atom altı parçacıkların bir araya gelenek, varlıklarını sürdürme ihtiyacından oluştuğunu gösterir. O zarı atom altı parçacıkların öz savunması olarak görebiliriz. Yine son derece hareketli ve kendi etrafında dönüşler yapan elektronların üzerinde yapılan deneyler hayli öğreticidir.

Çembere alınan elektronların daha fazla hızlanma eğilimi içinde oldukları görülür. Git gide daralan çemberin elektronlarda, bu çembere karşı bir tahammülsüzlüğe yol açtığı ve kaçıp kurtulmaya yönelik eğilimini hızlandırdığı açığa çıkıyor. Elektronlarda görülen bu durum;  varlık alanı daralan ve yok edilmeye çalışılan şeyin-canlının direnişe geçtiğini, kendini yaşatma eğiliminde olduğunu, bunun da savunma refleksi olduğunu gösterir bize. Güdüsel bir refleks değil, yaşamsal bir ilke olduğunu söyleyebilir.

Birinci ilke; kendini var etmek

Doğanın tümüyle yaşama eğilimli olduğu şüphe götürmez. Doğada küçükten büyüğe var olan her şeyin özünde yaşama eğilimli olduğu, bütün gayret ve çabanın da bu eksende verildiği bir gerçektir. Doğada birinci ilke; yaşam olduğundan öncelikle kendini var etme her türün çıkış ilkesidir. Yokluk karşısında var olma eyleminde bulunmak ve bunu başarmak temel ilkedir. Canlı var olmayı başarmakla aslında yaşamdan yana eğilimini çok güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu gerçeklik doğada felsefenin, bilimin özünde geçerli olan yokluğa karşı var olma, yaşam bulma mücadelesinin amaçsal olduğunu gösteriyor bize.

Bir de şu şekilde yorumlamak daha kavratıcı; doğada bulunan bütün enerji-madde kendini mutlaka koruma eğilimini gösterir. İç yapının öz savunma gözetilerek sisteme kavuştuğunu söylemek mümkündür. Çünkü, kesintisiz bir biçimde değişim-dönüşüm ve hareket sürse de organizmanın yapısında kendisini korumaya dönük bir direniş sürekli mevcuttur.

Değişim-dönüşüm olarak adlandırdığımız olay organizmaların içkin ve aşkın bir şekilde karşılıklı yürüttüğü mücadelenin yarattığı etkileşim, sinerji ve değişimlerdir. Doğada bulunan bir atomdan bitkiye, bir hayvandan insana kadar bütün canlılar varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini yaşattıkları doğal bir zorunluluktur. Makro evrenimizde etki-tepki kanununun işlemekte olduğunu kabul etmek durumundayız. Organizmalar varlıklardan bu kanuna uygun olarak konumlanmış gözükmekte.

Doğada öz savunma

Bilmekteyiz ki tüm canlılar yaşadıkları eko-sistemler temelinde bir yapılanma kazanırlar. Yine doğanın çelişki ve çatışması sonucunda ortaya çıkan yaşam mücadelesi olmaktadır. Bu yaşam mücadelesi hem kendi türleri arasında hem farklı türler karşısında hem de değer karşısında yaşamaktadır. Bir de unutulmamalıdır ki doğadaki canlıların birbiriyle iletişim-etkileşim halinde olması karşılıklı bağımlılık ilişkisini ve doğasal dengeyi de oluşturur. Denge içerisinde tam renklerin uyumlu akışı söz konusudur. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi içersinde kimi özgünlükler saklıdır. Buna parça ve bütün ilişkisi diyebiliriz. Kimi örneklerle konuyu daha somut açımlamak mümkündür.

Doğada öz savunma: Öz savunma mantığı bilinci içinde başkasına saldırma, başkasının özgürlüğünü elinden alma iradesine hükmetme, gasp etme, imha etme yoktur. Doğadan ihtiyacı kadar alma söz konusudur. Varlığını sürdürebilmenin ihtiyacıdır bu. Doğanın diyalektik dengesi, ilişkisi-iletişimi söz konusudur. Buna simbiyotik ilişki sistemi diyebiliriz. Biraz daha somut örnekleyecek olursak; mevsimsel olan sayısız bitki türü, polenlerini havaya bırakarak ve rüzgarın esintisiyle yayılım gösterirler. Kimi bitkiler ise tohumların güçlü bir zarla (mide asitine karşı dayanaklı) kaplayarak ve genelde çekici dokuyla sarmalayarak devamlılığını sağlamaya çalışır. Bitki tohumunu meyvenin içine saklar, hayvanlar meyveyi yer, tohum hayvanın midesine girer, midedeki asite karşı zar çekirdeği korur. Tohum organizmanın doğal yollarla işleyen sağaltım yollarından geçer ve dışarı atılır. Sonuçta toprağa düşen o tohum yeşerme zamanı geldiğinde kökünü salar, filizlenir ve büyümeye yüz tutar.

Birçok tohum cinsinin zarı, uzun yıllar çekirdeği soğuk ve sıcaktan veya farklı baskılardan koruma çetinliğine sahipler. Bazı bitki türlerinde ise; hem tohum yoluyla hem de eşeysiz  üreme yoluyla yayılma ve sürekliliğini korumaya gidildiği görülür. Yine çölde yetişen ağaçlar çok az suyla yetinmesini öğrenmiş, güneşin kızgın ışınları karşısında kabuğu sıcağa koşullandırarak varlığını korumayı başarmıştır. Daha ılınan bölgelerde ağaçlar ona göre koşullanırken sert ve soğuk bölgelerde de koşullara göre adaptasyonunu sağlar. Yani gezegenlerimizde yedi ana kara parçasında yeşeren milyonlarca ve belki de milyarlarca bitki çeşitlerinin cinslerinin tamamında öz savunma mekanizmasını bulabilmek mümkündür.

Hayvanlar aleminde öz savunma

Hayvanlar alemindeki öz savunma mekanizmasının zenginliği hayretlere düşürmektedir. Örneğin; deniz anası kendine karşı herhangi bir tehlike sezdiğinde etrafına zehirli bir sıvı bırakır. Elektrik balığı elektrik dalgalarını yayar. Testere balığı sivri dişli testeresiyle ölümcül darbeler indirir saldıran tarafa. Kimi balık cinsleri ise sürü halinde hareket eder. Kanatlı hayvanların en belirgin savunma mekanizmaları kanatlarını kullanabilme yeteneğine sahip olmaları ve havada uçmalarıdır.

Genelde tekil hareket eden ve sürü halinde hareket eden hayvan türlerini karada da görmek mümkün. Yılanlar, akrepler, bukalemunlar, pireler, kaplumbağalar, ayılar, aslanlar vb. hayvan türlerinin tekil olarak yaşamını sürdürdüğüne, doğurarak ya da yumurtlayarak çoğaldıklarına tanık oluruz. Antilop, fil, koyun, kanguru, gergedan, geyik, maymun vb. türlerin ise sürü tarzıyla ve doğurganlık ile (eşeyli üreme) yaşamlarını sürdürme ve devamlılığını koruma altına aldıkları gözlenir.

Değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, türlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için en gerekli olan davranışları etkileyen fiziksel özelliklerin genetik olarak birbirine geçmesi durumudur. Bazı türlerin yaşamlarını sürdürebilmelerine yardımcı olan fiziksel uyuma da taklitçilik denir. Türlerin doğal çevrelerinde başka bir şeye benzemek için renk ve biçim değiştirmelerine aldatıcı taklitçilik denmektedir. Örneklersek; etraftan gelebilecek herhangi bir saldırıya maruz kalmamak için kar tavşanının derisi yazın kahverengiye, kışın ise beyaza dönüşür. Bu özellik tavşana yaşamını daha iyi sürdürme şansı tanır. Peygamber devesi (bir tür çekirge) yediği bitkilerin rengini alır, veya bulunduğu dalından rengini alarak bir parçasıymış gibi görüntü verir.

İnsan topluluklarında öz savunma

Öz savunmayı canlıların varlıklarını korumak için gösterdiği doğal bir refleks etki-tepki olarak ele almak tek başına yeterli olmaz. Bu temel özelliklerle birlikte insan türünün gelişim seyrine bu minvalde bakmak faydalı olacaktır.

İnsan türünü diğer varlıklardan ayıran en temel özellikleri şu şekilde sıralamak mümkündür; düşünce, konuşma, tasarlama, alet yapma, toplumsallaşma, anlamı oluşturma vb.. İnsandaki bu özelliklerin gelişimi milyon yıllara varan uzun bir evrim sürecinin sonucu olarak gelişti.

Toplumsallaşmayı, insan türü için önemli bir öz savunma mekanizması olarak ele almamız gerekiyor. Bilinçli biraradalığı ifade eden toplumsallaşma, insan türünün varlığını sürdürebilmesi için olmazsa olmaz bir anlamı ifade etmektedir. Toplumsallaşma, insanın her türlü saldırı ve yaşam güçlüklerini karşılamada en temel yaratım olmuştur.

Bilge insan, insanlığın gelişim seyrinde “toplumsallığı insan türünün varlık koşulu” olarak değerlendirir.  Devletçi iktidarcı sistemin gelişmesi beraberinde şiddet ve zor anlayışını hakim kılmıştır. Sınıflı topluma geçiş ile beraber insanın cinsini sömürmesi,  doğayı, hayvanları ve tüm insani değerleri sömürmesini koşullamıştır. Birey veya toplumlar için zorunlu savunma savaşı dışında hiçbir savaş türünü mübah göremeyiz. Devlet-iktidar zihniyetiyle yürütülen savaşlar her zaman için topluma felaket ve kötülük ve yıkımı getirmiştir. Zor olgusuna (savaşa) başvurmak ancak varlığını, özgürlüğünü, onurunu korumanın başka bir yolu kalmadığında bir anlam ifade eder. Bu anlamda, tarihten günümüze kadar yürütülmüş olan ve yürütülen devrimci halk savaşlarının özünde öz savunmayı ifade ettiğini belirtebiliriz.

Gönümüz koşullarında kendini var etmenin mihenk taşıdır öz savunma. Her birey, toplum, grup, sistem veya canlının öz savunma mekanizması olmadan kendini sürdürebilmesi mümkün gözükmemektedir. Onun için de hayatın her alanında ve anında özgürleşmenin aktif mücadelesini vermek, özgürlük bilincinin sürekliliği içinde yapısal ve anlamsal boyutuyla koruyabilmenin mücadelesini süreklileştirmek önemli.

*Gebze Cezaevi