Türkiye’de Kürt halkının mezarları ve ölüleri üzerinden yürütülen belleksizleştirme politikası 100 yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Şêx Seidler’den Seyit Rızalar’a, Garzan Mezarlığı’ndan Agit İpek’e uzanan bir halkın değerleri üzerinden yapılan saldırılar ortak devlet aklının ürünü olarak karşımızda duruyor.
2015’te Kürt illerinde mezarlıklara yapılan saldırılar ayyuka çıkmış ve saldırılar cenazelere işkencelere kadar ilerletilmişti. Koronavirüs (Covid-19) pandemisi ile mücadelenin gündemde olduğu bugünlerde bile Türkiye’de Kürt çocuklarının mezarlarına saldırılar gerçekleşiyor. Van’da, Yüksekova’da, Silvan’da, Bingöl’de ve son olarak da İdil’de Kürt devrimcilerinin mezar taşları kırıldı, mezarlıklar tahrip edildi. Türkiye’nin kendi iç yasalarında güvence altına alınmış olan mezarlara dönük saldırılara karşı cezai yaptırım kararı formalite olarak kağıt üzerinde kalmıştır.
Gündemin öncelikli başlıklarından olan mezarlıklar ile cenazelere dönük saldırıları avukat ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin ile konuştuk.
TCK’da yer alan ‘Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun’un 2’nci maddesinde “Mezarlıklar ile mezarlar bozulamaz, tahrip edilemez ve kirletilemez” ifadeleri yer almaktadır. Yasalarca güvence altına alınmış olsa da mezarlıklara dönük saldırılar mevcut. İnsan hakları savunucu olarak bu durum hakkındaki yorumunuz nedir?
Aslında bu mezarlıklara saldırı, mezarlara zarar verilmesi yeni bir şey değil bizim coğrafyamızda. Bu coğrafya soykırımlar yaşamış bir coğrafya. Cenazelerin ortalarda bırakıldığı, cenazelere saldırıldığı, işkence yapıldığı süreçler yaşandı. Ki ’90’larda ölü bedenlere yapılmış olan işkenceleri yakından gördük. Şimdilerde de aynı devlet aklı iş başında. Hem Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun’un 2’nci maddesi hem de Türk Ceza Kanunu’nda 130’uncu madde var: Kişinin hatırasına saygı başlığını taşıyor. En az 3 kişinin bir araya gelerek ölü bedene zarar vermesi, mezarı açması, cenazeye zarar vermesi durumunda hapis cezası ile cezalandırılmasını öngören bir madde bu. Ama Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti olmadığı için ne kendi iç hukukuna ne de imza attığı uluslararası sözleşmelere uygun davranmıyor.
En son bütün kamuoyunun da bildiği üzere Garzan Mezarlığı sorunu vardı. İnsan hakları savunucuları olarak konuyla ilgili bir komisyon oluşturduk. İnsan Hakları Derneği’nin bu konuda geniş bir raporu da var. Bir gece vakti aniden 300’e yakın mezarlık açıldı ve buradaki ölü bedenler, cenazeler ailelerinin bilgisi dışında Adli Tıp’a gönderildi. Bu durumdan çok sonradan haberdar olan aileler, yıllarca cenazelerini almak için uğraştılar. O insanlara yeniden işkence edildi. Oysa ki bir kişi öldükten sonra, sadece annesinin ve babasının çocuğudur, yakınlarının akrabasıdır, o kadar. Onun ölü bedeni, cenazesi başka hiç kimseyi ilgilendirmez. Bu iktidar her fırsatta dindar olduğunu söylüyor, bunun üzerinden politika yapıyor, fakat bu yapılanlar hiçbir dine, inanca sığmaz. Her din ölüye saygıyı farz kılar. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin savaş ve çatışma dönemlerinde geçerli olmak üzere tarafı olduğu Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmesi cenazelere saygıyı, karşı tarafın cenazelerine saygı göstermeyi bir kural olarak getirmiştir.
Bütün bunlara rağmen bizim coğrafyamızda maalesef nasıl ki insanlar yaşarken kutuplaştırılıp düşmanlaştırılıyorsa, ırkçı faşizm insanları belirliyorsa maalesef cenazeler dahi ötekileştiriliyor. Ölüm orucunda yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in cenazesine yapılanlar son örnek. Düşünce ve ifade özgürlüğünün bu denli baskı altında olduğu bir coğrafyada, alenen şiddet çağrısı yapan ırkçı faşizan bir örgüte (Ülkü Ocakları) izin verilebiliyor. Onların düşünce ve ifade özgürlükleri var. O anne ve baba acı içinde çocuklarının mezar yerini değiştirmek zorunda kaldılar. Çok yakın bir dönemde cezaevinde olan bir kadına, Aysel Tuğluk’a da benzer bir durumu yaşattılar. Ama bu ırkçı şiddet maalesef devlet eli ile örgütleniyor. Bu çevrelere örgütlenme alanı açılmakta. Son süreçte şiddet evlet eli ile aşırı bir şekilde örgütleniyor. Polis ve jandarma, istihbarat sosyal medya hesaplarından çatışma ortamındaki işkence görüntülerini yayınlayabiliyor ve bu görüntüler alt yorum kısmında destek alabiliyor. Bunu, ’90’larda bile yapmaya cesaret edemezlerdi.
Benim bir müvekkilim çocuğunu İnstagram hesapları üzerinden paylaşılan kesik başından tespit etti. Böyle bir dönemden geçiyoruz maalesef.
Yasalarda yer alan maddelere dikkat çektiniz. Peki bugüne kadar mezarlığa saldırı gerçekleştirip de haklarında işlem başlatılan kimseler oldu mu?
Ben işlem yapıldığını hiç duymadım. Belki sıradan adli olaylar olmuş olabilir ama siyasi nedenle ceza verilmiş, ırkçı nedenle, cenazelere saygısızlık yapmış kişilere böyle bir ceza verildiğini görmedim. Ki Ülkü Ocakları bu kadar rahat çağrı yapabiliyor, televizyon ekranlarından iki kadın oturup karşılıklı şiddet çağrısı, birilerini çok rahat öldürebileceklerinin çağrısını yapabiliyorlar.
Daha önce de birçok kez mezarlıklara dönük saldırılar gündeme gelmişti. İktidarın mezarlıklara dönük yürüttüğü bu politikalar ile tam olarak vermek istediği mesaj nedir?
Vermek istedikleri tek mesaj korkutmak. Çünkü korku ile yönetmek istiyorlar. Bu, faşizan rejimlerde olan bir şey. Senin ölüne bile bir hak vermiyorlar. Senin ölünü bile rahat gömdürmeyerek büyük bir korku yaratmaya çalışıyorlar. Ama bu ters tepecek. Dünyanın geldiği böyle bir süreçte bunu kimseye izah edemezler artık.
Bunun Avrupa’da olabilmesi mümkün mü? Bir Avrupa ülkesinde böyle açıklamalar, böyle şiddet çağrıları yapılabilir mi? Ama burada durum başka, çünkü ellerinde başka kozları yok. Sadece korkutarak, sindirerek yönetmeye çalışıyorlar. Ama bu coğrafyada hiç ummadıkları kadar biat etmeyen güçlü bir damar da var. Direnen bir Kürt hareketi var, feminist hareket var, LGBTİ hareketi var, İnsan Hakları hareketi var. Bu kadar baskıya rağmen, tehdit, tutuklanma ve yaşamsal tehlikelere rağmen susmayan geniş bir kitle var. Ben bu kitlenin, bu hak ihlallerini tüm dünyaya duyurabileceklerine inanıyorum.
Devletin Kürdün ölüsü ile savaşını teklik felsefesi üzeri kurulu ulus devlet refleksi olarak okumak yeterli mi? Farklı başlıca nedenler nelerdir?
Bizim coğrafyamızda bir resmi ideoloji var. Çocukluğumuzdan beri bize hakim kılınan, bizi içine hapseden bir resmi ideoloji. Sünni, müslüman ve Türk olacaksın. Türk İslam sentezine dayalı bir sistem var. Bu coğrafyada Ermeni ve Süryani halklarına karşı 1915 soykırımı gibi bir suç işlendi. Yine Dersim soykırımı var. Ardından birçok Kürt illerinde yapılmış katliamlar var. Bu coğrafyada mezarsız binlerce ölü var. Soykırım döneminden kalma binlerce mezarsız ölüsü var bu toprakların. Kürtler’in en önemli değerleri Şeyh Seid’in, Seyit Rıza’nın cenazelerine de aynı muamele yapıldı. Bu genel olarak bir düşmanlık ifadesi. İnsanların en değerli varlığı nedir? Mesela biz mücadele ederken ölülerimize karşı hep borçlu olduğumuzu düşünürüz. İşte sizin en değerli vicdani varlığınıza dahi bir saldırı yapılıyor. Bütün bunların ardında tek tipçi, Türk-İslam sentezinin etkisi var. Suçlu olduklarını, haksızlık yaptıklarını biliyorlar ve bunun tartışmaya açılmasını istemiyorlar. Bunun tartışmaya açılmasını engellemek için yapılıyor bütün bu baskılar.
Tersinden soracak olursak, peki mezarlıkların iktidarlara teşkil ettiği korkunun sebebi nedir?
Çünkü o mezarlar insanlar için bir değer teşkil ediyor. Ve o değer üzerinden vicdani bir örgütlenme olabiliyor. İnsanlar o mezarlarda bir araya geliyor. Bu coğrafyada iktidarlar -sadece bugünkü iktidarı kastetmiyorum – her zaman aynı politikayı ve uygulamayı esas aldı. Sizin bu değerleriniz üzerinden örgütlenmenizi istemiyorlar. Bunu engellemek adına mezarlar korkutuyor onları.
Bu saldırılar ile sadece ‘ölünün hakları’ ihlal edilmiş olmuyor, aileler de cezalandırılmakta!?
Türkiye Cumhuriyeti devleti kadına yönelik şiddete karşı İstanbul Sözleşmesini imzalamış bir devlet. Bu sözleşmeye her gün aykırı davranışlar içinde bulunuyor. Örneğin Ekin Wan’ın çıplak bedeni teşhir edildi. Burada bir şeye daha değinmek istiyorum; bizim coğrafyamızda maalesef muhalefet de çifte standartlı. Örneğin İstanbul’da şiddet gören bir kadın söz konusu olduğunda bütün kadın örgütleri buna tepki gösterebiliyor. Ama Ekin Wan’ın cenazesi çıplak teşhir edildiğinde maalesef Batı’dan yeterli ses çıkmadı. Böylesi bir sorun da var ve bunu gündeme getirip tartışmamız gerekiyor.
Son olarak Halise Ana’ya posta ile gönderilen çocuğunun cenazesi örneği var. Bir hukuk devletinden söz edemediğimiz için anlatamıyorsunuz. Ölülerin nakli genelgesi diye bir genelge var. Ölülerin nasıl nakledileceğini belirleyen bir yasa bu. Hangi yönetim biçimi olursa olsun hiçbir coğrafyada bir ölü beden anneye/aileye posta ile gönderilemez. Ama Türkiye’de bunu da gördük. Biz insan hakları savunucuları hak ihlalleri konusunda hep ’90’lara atıf yaparız. Çünkü kontgerilla cinayetleri, gözaltında kayıplar, köy yakmalar gibi çok korkunç vakaların yaşandığı bir dönemdi. Ama o süreçlerde bile bunu yapamadılar. Fakat şöyle bir gerçeklik de var; ’90’ların devlet aklı, o dönemin en önemli aktörleri şuan iktidarın yanındalar. Mehmet Ağar, Tansu Çiller, artık mafya liderlerini devlet barıştırıyor. Ülkeyi ’90’ların devlet aklı şuanda yönetiyor. Bütün bunları yapma cesaretini gösterebiliyorlar. Hakikaten kötülüğün iktidarı şuan hüküm sürüyor.
Mezarlıklara dönük saldırıların dünyada bilinen örnekleri var mı?
Savaş dönemlerinde, geçmiş dönemlerde mutlaka olmuştur, olabilir. Ama ben kamuoyuna yansımış, hele ki şu yaşadığımız çağda böyle bir şey duymadım. Çünkü her devlet bunu yasaklar, buna izin vermez. Örneğin Avrupa’da siz bunun olabileceğini düşünüyor musunuz? Mümkün değil. Almanya Hitler döneminde soykırım yaptı. Soykırım için özür dileyerek anıt yaptı. Bizde ise yönetenler hala soykırım sözcüğünü kullandırmıyor. O nedenle Türkiye Cumhuriyeti devleti çok özel bir devlet. Geçmişi ile yüzleşmeyi asla kabul etmeyen ve geçmişte işlenen suçları devam ettirmeye çalışan bir devlet. Bu muhalefetin eksikliği aynı zamanda. Türkiye’de kendisine muhalifim diyen kesim maalesef devlet eksenli bir muhalefet yapıyor. Hala Kürtler’den oy istiyorlar. Buna CHP’yi de katıyorum. Hemen hemen bütün siyasi partiler Kürtler’den oy istiyorlar ama Kürtler ile yan yana gelmiyorlar, görünmek istemiyorlar. Bu çok önemli bir sorun. Bu aşılmadığı sürece devleti değiştirmek çok kolay bir şey değil. Muhalefetin de kendisini yenilemesi ve demokratikleştirmesi gerekiyor.
Uluslararası Sözleşmelerdeki Savaş Hukuku’nda mezarlıklara veya ölüye saldırmanın karşılığı nedir?
Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmesi’nde karşı tarafın ölülerine saygı düzenlenmiş. Türkiye’nin de bu sözleşmenin altında imzası var. Bu sözleşmelere uyulup uyulmadığı maalesef uluslararası mekanizmalar tarafından da yeterince takip edilip değerlendirilmiyor. İnsan hakları savunucuları olarak bizler yapılan haksızlıkları, hak ihlallerini sürekli uluslararası mekanizmalara taşımaya çalışıyoruz. Ama burada da devletler arası çıkar ilişkileri gereği maalesef yeterli denetimler yapılmamakta.
Türkiye taraf olduğu uluslararası hangi sözleşmeleri ihlal etmiş oluyor? Bunun bir yaptırımı var mıdır?
Türkiye altına imza attığı hiçbir uluslararası sözleşmeye uymuyor ki. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Yasal Haklar Sözleşmesi, İstanbul Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılık Sözleşmesi, Evrensel Beyanname vs. hiçbirine uymuyor ki. Ama bunların hepsinin yaptırımları var. Örneğin İstanbul Sözleşmesi bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Avrupa Konseyi’nden çıkmaya kadar gidebilir. Ama malesef bu mekanizmalar da işlemiyor, sorun tam da buradan başlıyor.
Bosna ve Ruanda savaş sonrası mahkemede yargılanırken, bu maddeler de gündeme getirildi.