Yıllar önce bir grup kadın ile Hasankeyf’i ziyaret ettiğimizde gördüklerimiz karşısında gözlerimize inanamamıştık. Adeta tarihin başka bir zamanına ışınlanmış gibiydik. On beş bin yıl öncesine gitmişçesine şaşkın bir şekilde etrafımıza bakınıyorduk. O büyülü tarihi doku içindeki en garip şey belki de bizlerdik. Tuhaf ve eğreti duruyorduk. Tarih, zaman ve mekansal olarak sanki aramıza kocaman bir modernite sızmıştı. Hem oraya aittik hem de değildik. Yabancılaşma denen insan icadı bir başkalaşımın yarattığı bir eğretilikti bizimkisi. Oysaki bu mekanlar kendi zamanının ilk kadın yaratıcılarına ev sahipliği yapmıştı. Her tarafta o kadim kültürün izleri vardı.
Tarih, zaman ve mekan oldukça farklıydı. Dev kayalıklar, içlerine oyulmuş mağaralar, labirenti andıran görüntüsüyle muazzam bir yerleşim yeri vardı karşımızda. Dokunmaya kıyamayacağımız kadar olağanüstüydü.Dokusu sadece neolitik dönemi anımsatmıyordu. Binlerce yıllık insanlık tarihinin kendisi kadar uzayıp giden bir toplumsal bellekti karşımızda duran. Tarih Hasankeyf’te adeta konuşuyordu. Herşey o kadar canlıydı ki bütün tarihi sırtlamış da gelmiş gibiydi. Her kayalığında, her mağarasında, her taş oymasında, her duvar çiziminde insanlık ailesinin ve tüm canlıların kendisi vardı.
Mezopotamya’nın ve verimli Hilalde gerçekleşen insanlık hakikatinin konuşan yüzüydü Hasankeyf. Tarihi yazı ile başlatan, hatta beş bin yıllık uygarlık süreciyle sınırlandıran bütün egemen-ataerkil tarihçiliği de o vakur duruşuyla yerle bir ediyordu.
Hasankeyf tıpkı bir kardia görünümündeydi. İnsanlığın, cihanın kalp atışı gibiydi. İnsan toplumsallığının tüm damarlarına buradan kan pompalanıyordu, yaşamın tüm değerleri buradan akıyordu.
Kutsal Kitaplar Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki geniş alana Aden diyordu. Cennetle ilgili bütün tarifler Göbeklitepe’den başlayıp Hasankeyf’e uzanıyordu. Bir zamanlar tüm insanlığın en güzel Adeniydi bu topraklar. Adına da verimli-altın Hilal yani bereketli topraklar deniyordu.
Verimli Hilalin veya Mezopotamya’nın Kardiası olan Hasankeyf’in ilk konuklarının kimler olduğu bilinmez. Hem ne önemi var ki. Buralar katman katman insanın insan olma serüveninin, hakikat arayışının kendisi, özü ve tarihi değil miydi? Bunun içindir ki orada bir taş düşse kalp ritmimiz bozulur. Orada bir kaya parçalanırsa biz biz olmaktan çıkarız. Orada yani tarihi adıyla Ra’s al Gul (Gülün adı)e saldırı olursa kök topraktan çıkarılmış olur. Bütün insanlık felçli kalmaya mahkum edilir. Tarihin en büyük vandallığına ve barbarlığına tanık olduğumuz bu zamanlarda kıyameti koparamamanın adıdır belki de eğreti ve tuhaf olan.
Kalbimize ve beynimize birer ok fırlatılmıştır, hançer saplanmıştır. Bu tıpkı Taimattan intikam almak isteyen Mardukun ona hükmetmek adına beyin, yürek ve rahme fırlattığı okların tekerrürüne benziyordu. İlki insanlık adına kadın şahsında yaşanan büyük bir kırılmaydı. Hasankeyf ise bu kırılmanın artçı haliydi. “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” demektedir Milan Kundera. Hasankeyf ve Sur yaralı tarafımızdır. Kadın yanımızdır. Ama hepsinin toplam ifadesi olan Gülün kanayan adıdır.
Ataerkil barbarlık insanlığa sadece yıkım ve köksüzlük getiriyor. Bu tıpkı tarihte “hatıraların lanetlenmesi” olarak adlandırılan ve Roma imparatorluğu dönemindeki kendilerine muhalif olanlara yönelik yapılan yıkıma benziyor. Hükmedilemeyen, boyun eğdirilemeyene karşı geliştirilen bir yıkım biçimidir. Geçmişe ait bellek ve toplumsal hatıralar tehlikeli olarak görülüyor. Taliban dev Buda heykelini havaya uçururken toplumsal tarihsel belleği yok ettiği inancıyla hareket ediyordu. Kendi barbar iktidarını geçmişin yıkımı üzerine kuracağına inanan bu zihniyet Türkiye gerçekliğinde Kürt şahsında tartışmasız bir düşmanlığa ve nefrete dönüşüyor. Hasankeyf ve Sur’da patlayan her bomba, dinamitlenen her yerleşim alanı tarihten ve insanlıktan bir çeşit intikam alma biçimine bürünüyor.
Eğer bizler ve tüm insanlık bu yıkımı durduramazsak tarihten geriye kocaman bir köksüzlük ve utanç kalacaktır…