‘Neden’ sorusunun peşinde bir kadın: Sylvia Plath 

- Newaya Jin
820 views

MANSETMayakovski, Yesenin, Hemingway, Virginia Woolf, Paul Celan, Walter Benjamin… Yanıtsız soru ile mitleştirildiler de. Ölümle ilgili yazdıklarından yola çıkılarak, gümüş tepsiler üzerinde yeni yanıtlar sunuldu. Woolf’un “Yaşam bir rüyadır, uyanmak öldürür” sözü gibi.

Mayakovski belki de bundan dolayı, intihar etmeden önce yazdığı “Son Mektup’ta “İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi” dizelerini yazar. Bıraktıkları eserler, mektuplar, günlükler ancak ipuçları verir, ama yanıtlar asla. Çünkü yolculuğuna son veren yolcu biletini daima iç cebinde taşır, ‘neden’ sorusunun yanıtını tamamlayacak nokta işaretini trenden ayrılmadan avucuna alıp, kendi ile götürür.

Sylvia Plath da öyle. Belki de eserleri en çok ‘neden’ sorusu ile okunan kadın şair. 27 Ekim 1932’de ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Boston kentinde dünyaya gelir. 8 yaşındayken babasını kaybeder. Annesi büyük zorluklar altında hem çocuklarını yetiştirmeye, hem de ailenin geçimini sağlamaya çalışır. Fedakar bir anne olan Aurelia Schober Plath, konvansiyonel ve püriten bir kadındır. Eşi hayattayken bilimsel çalışmalarını kağıda geçiren ve klasik ‘anne/eş/ev kadını’ rolünü hayata geçiren Aurelia yetiştiği Amerikan toplum gerçeğinin bir parçasıdır ve kızını da öyle yetiştirmeye çalışır.

Soru sorar…

Ekonomik sıkıntılar nedeniyle yüksek okul masrafları karşılanamayınca da, insanların kulüp ve derneklere üyeliği ile etiketlendiği dönemin Amerikan toplumunda ‘yüksek başarı’ ile burs kazanma yarışına dahil olmak gerekir. 11 yaşından itibaren günlük tutan, ilk şiirini daha 13’ünde öğrenci gazetesi The Phillipian’de yayınlayan Sylvia da burslar ve edebiyat yarışmaları kazanır. Seventeen gibi popüler dergiler için yazılar yazar. Bir derginin editörü ona, içerik ve stil bakımından söz konusu yayına uyan yazılar yazma tavsiyelerde bulunur ve Sylvia da trendi yakalamada zorlanmaz. Burs ile Matssachusetts’teki Smith Koleji’nde yatılı okuduğu dönemde annesine neredeyse günlük olarak yazdığı mektuplarda ne kadar mutlu olduğunu, yapmak istediği ne kadar çok şey olduğunu ve yoğun çalıştığını, ama şikayetçi olmadığını tekrarlar sürekli. Oysa günlüğünde o yıllarda bile sanatsal çalışmalar ile ‘normal hayatın’ nasıl birleştirilebileceği sorusunu sorar sürekli.

‘Kusursuzluk!’

PlathForever-2012-single-duo-v1Kendisine yüklenilen rol ile ilgili çelişkilerini koleje başladığı 1950 yılında günlüğüne şu cümleyle geçirir: “Neden, hangisinin bana yakıştığını ve uyduğunu görmek için değişik elbiseler dener gibi değişik hayatları deneyemiyorum?” Bu gibi düşünceleri, kaygıları ve çelişkileri bir tek günlüğü ile paylaşır. Dışa doğru hep ‘kusursuz’dur: “Bu zamanlarda maskeler hiç de sıradışı değil ve yapabileceğin şey, en azından neşeli, dengeli ve cesur olduğum yöndeki ilüzyonu beslemektir.”

1953 yılında, Smith Koleji’nden 20 ‘üstün başarılı öğrenci’ ile Mademoiselle dergisinde bir aylığına çalışmak için aday olur.

Sırça Fanus

‘Mutlu ve başarılı olma’ vazifesine sahip Sylvia kazanır, bir aylığına New York’a gider. Annesine gönderdiği bir mektubunda “Acılar, partiler ve iş. Olağanüstü güzel… korkunç, çok şey öğreniyorum… acayip çok eğitim alıyorum!” der. Bir gün derginin misafir editörü olarak fotoğrafı çekilecek. Sembolik olarak ileride yapmak istediği meslek yansıtılacak. Şair olmak istediğini söyler Sylvia. Eline kağıttan bir gül verilir. Fotoğrafçı “Bir şiir yazmanın sizi ne denli mutlu yaptığını gösterin bize” der. Ancak Sylvia’nın hemen hemen bütün fotoğraflarındaki o gülümseme bu kez direnir; hüngür hüngür ağlamaya başlar. Artık yapamıyor. Bir şeyler artık fazla ağır geliyor. Günlüğüne o dönemde yazdığı yazılarda sanki farklı bir insan olarak kendisi ile konuşur gibi, kendine bir yanda öğüt veriyor, bir yanda azarlıyor: “Böyle devam edemezsiniz. Böyle devam edemezsiniz. Böyle devam edemezsiniz.” Aklını sürekli boğan o uyarılarla, Harvard’daki tatil kursunu kazanamadığı o yaz 50 uyku hapı içip intihar eder. Üç gün sonra bulunur. Ardından psikiyatriye yatırılır. O süreci, daha sonra Sırça Fanus isimli romanında anlatır.

Çelişkilerle dolu bir hayat

SYLVIA PLATH 2Bir yıl sonra, eski ‘güneşli iyimserliği’ ile koleje döner. Gene ödüller kazanır, şiirleri yayımlanır. Burs kazanıp İngiltere’de okumaya başlar. Gitmeden günlüğüne “Çelişkilerle dolu bir hayat yaşamak istiyorum. Çocuklar, soneler, aşk ve kirli bulaşıklar – hepsini bağdaştırmak istiyorum” diye yazar. Cambridge’deki ilk sömestrında “gerçek şair” Ted Hughes ile tanışır ve aşık olur. Haziran 1956’da evlenirler. 1957-59 yılları arasında ABD’de yaşayıp çalışırlar. Londra’ya döndükten sonra 1960’da çiftin ilk kızı Frieda Rebecca dünyaya gelir. Ve Frieda ile birlikte ‘çocuklar, soneler, aşk ve kirli bulaşıkları’ ahenkle birleştirmenin hiç de kolay olmadığı görülmeye başlar. Bu süreçte edebi üretimi giderek kısıtlanır. Ekim ayında ilk şiir kitabı The Colossus yayımlanır. Günlüğüne şunları yazar: “Öncelikle Ted’in rahat ve huzurlu olmasını sağlamam gerektiğini düşünüyorum. O zaman mutlu olurum. Ve yazmak için bir kaç hafta daha beklemem gerektiği beni zorlamaz o zaman.” 3 ay sonra ise “Çocuk odasından seslerin ulaşmayacağı ayrı bir çalışma odasına sahip olmak için resmen özlem çekiyorum. Kimsenin beni rahatsız etmediği belli bir süreye sahip olsaydım bir kaç iyi şiir yazabileceğime eminim” der.

İçinde susmayan bir ses

1962 yılının Ocak ayında oğlu Nicholas Farrar’ı dünyaya getiren yazarın evliliği giderek bozulur. Nicholas ile hamileliğinde Sırça Fanus’u yazan Sylvia, aynı sene kendisini aldatan Ted Hughes’den ayrılıp, çocukları ile Londra’ya taşınır. Hayatının belki de en zor dönemini yaşar. Şiir yazabilmek için sabahın dördünde, çocukları uyurken kalkar. Gençliğinde yazdığı bir şiirinde, içinde susmak istemeyen bir ses olduğundan yazdığını söyler. O ses bütün sahiciliği ile işte hayatının o en zor aylarında ortaya çıkar. Sylvia Plath kendi dilini işte orada serbest bırakır. Bu arınmanın eseri olan Ariel’i daktilosu ile temize geçirip, görünecek şekilde masaya bıraktıktan sonra 11 Şubat 1963’te, vaktiyle İrlandalı büyük şair William Butler Yeats’e ait olan evinin mutfağında intihar eder. İntihar etmeden önce çocuklarının bulunduğu odanın kapı ve pencelerini bantlar ve çocuklarının odasına yemek için bir şeyler bırakır.