Neye göre şekilleniyoruz?

- Rotinda ENGİN
663 views

Büyüyüp meslek seçimine gelsek de bazı meslekler cinsiyetimize göre ayrıştırılır. MANSETÖğretmenlik, (yarım gün ev-yarım gün iş) sekreterlik, hemşirelik vb. kız çocuklarına yakıştırılırken; bilim adamı olmak, ekonomist ya da siyasetçi olmak ağırlıkta erkek çocuklarına yakıştırılır ve teşvik edilir.

Dünyada cins olarak sayısal eşitliğimiz olsa da toplumsal alanın her yerinde temsiliyet düzeyimiz hiçbir zaman eşit olmadı. Erkekler, yaşamın tüm kamusal alanında yerini alırken kadınlar bundan mahrum bırakılmıştır. Erkek egemenlikli sistemin bilinçli ve iktidara dayalı bir yaklaşımı olan bu durum, kadının tamamen toplumsal mücadele araç ve olanaklarından uzaklaştırılması olarak değerlendirebilir. Yaşamın yaratılmasının, dönüştürülmesinin en önemli zemininden uzaklaştırılan kadınlara tek alternatif olarak ev içine hapsolmak ve tamamen siyasetin dışına itilmek reva görülmektedir. Kadınlar kendi ülkelerinde kullanılan oyların yarısına sahip oldukları halde parlamentoda ve ya kabinede bakan olarak hiçbir zaman yeterli düzeyde temsiliyetini bulmaz. Cinsiyetçi siyasetin, kadınlar ve ezilenler üzerinde en geniş ve sistemli baskıları geliştirmenin aracı olarak kurumlaştırılması, toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği ve iradesiz bir yaşama tabi kılınmayı beraberinde getirmektedir. Diğer yandan kadınların siyasete katılımı genelde erkek egemenlikli sınıf ve toplum gerçeğinin perde arkası bir savunucusu ya da tamamen erkek karakterli bir siyaset yürütücüsü olarak gerçekleşmektedir. Kendi rengiyle, kimliği ve değerleriyle siyasete katılamayan kadınların yitirdiği kendi öz tarihsel ve komünal değerlerine yüzlerini dönmeleri bu açıdan çok önemli olmaktadır.

‘İyi anne, namuslu eş’

Dünyanın önemli ve dördüncü güç olarak tabir edilen medya alanında ise durum daha bir vahim hal alır. Cinsiyetçiliğin ya da toplumsal cinsiyetçiliğin en yoğun işlendiği ve bunun erkeğe de, kadına Balancing gender issuesda en çok içselleştirilmesi için çalışmaların yürütüldüğü alan medya alanı olmaktadır. Medya sürekli kadının kullanılan bir nesne, meta ve obje olduğunu vurgulamaktadır. Bununla sistem, erkek egemenlikli toplumda kadının yerinin ve statüsünün neresi olduğunu hatırlatan programlarla kendi erkek ideolojisini pekiştirmektedir. Reklamlardan, TV dizilerine, haberler ve gazete sayfalarına kadar kadının ‘yeri’ bizlere sürekli anlatılır ve empoze edilmeye çalışılır. Reklamlarda kadın ve satılmak istenilen meta araçları sürekli özdeşleştirilmekte, kadın ve çocuklar metanın bir parçası gibi topluma sunulmaktadır. TV dizilerinde sahte aşk edebiyatlarıyla kadın, hep kurtarılmayı bekleyen, aldatılan, ihanete uğrayan ve kandırılan konumda tutulmaktadır. Aile kurumunun üstünlüğü, kutsallığı ve kadının ‘namus kisvesi’ altında terbiyesi ilk planda tutulmaya çalışılırken; çeşitli magazin programlarında kadınlar cinsel bir obje olarak işlenmektedir. Haber programlarında ise durum farklı değil; ya gündemin sonunda, önemsiz, değersizmiş gibi kadına dair olana yer verilir ya da popülist kültürün etkisiyle kadına dair yapılan aktiviteler küçümsenir. Diğer yandan çok ikiyüzlü bir şekilde kadını eve, dört duvar arasına kapatmayı hedefleyen yayın politikaları oluşturan basın; iyi, namuslu anne ve eş kimliğini ön plana çıkartmaya çalışmaktadır. Bu nedenledir ki kadın ve erkekleri etkileyen, biçimlendiren kitle iletişim araçları; egemen sınıfın, sistemin kendisini devam ettirmesinin, ayakta tutmasının teminatı konumundadır.

İktidarı çöz, köleliği anla

CINSIYETCILIK 2Bizler cinsiyetçiliği her gün birçok eylemimizde yeniden üretiriz, oluştururuz. Ancak toplum içinde oluşturduğumuz kadınsılık ve erkeksilik yani toplumsal roller hiçbir zaman doğal değildir, olamaz da. Önderliğimiz bunu şu cümleleriyle çok güzel dile getirmiştir: “Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olan ise kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır.” Görüyoruz ki cinsiyetçilik, biyolojik bir durum olmaktan çok bir zihniyet sorunudur. Tek bir günümüzü bile değerlendirirsek, tüm mimik hareketlerimizden tutalım davranış biçimimizi, kullandığımız dil ve üslubumuzu, olay ve olgulara bakış açımızı edindiğimiz zihniyetin belirlediğini çok açık bir şekilde görebiliriz. İrademiz ve bilincimiz dışında doğduğumuz günden itibaren bize öğretilen bu zihniyet kalıplarını her gün, her yerde içselleştiririz. Özünde içselleştirdiğimiz kendi köleliğimizdir. Cinsiyetimiz ya da biyolojik farklılığımız veya bize biçilen toplumsal rol, sanki köleliğimizin en temel gerekçesiymiş gibi bize sürekli empoze edilmeye çalışılır. Yaptığımız tüm işler küçümsenir, gereksizmiş gibi görülür. Köleliğimiz, erkek egemenlikli sistemin tüm kurumlarında topyekün meşrulaştırılmaya çalışılır. Sistemin en temel çelişkisi olan cinsiyetçilik, sıradanlaştırılır, parçalı kılınır. Tüm bunların altında yatan da derin bir iktidar anlayışıdır. O halde devletçi iktidar anlayışını ve aileyi çözümlemeden, kendi köleliğimizi çözümleyemeyiz.

Kullandığımız dil kime ait?

Kadın ve erkekler olarak bizlerin, kendi gerçekliğimizin tarihsel ve toplumsal olarak farkında olmamız, doğumumuzdan itibaren bize biçilen rolü doğru sorgulamamız çok önemli. Erkek egemenlikli zihniyetin CINSIYETCILIK 3üzerimizde yani düşünce ve davranış kalıplarımızda yarattığı tahribatı çok yönlü görerek anlam gücümüzü geliştirmemiz gerekmekte. Kullandığımız dil kime ait? Nasıl ve hangi ideolojiye göre düşünüyor, duygulanıyor ve yaşıyoruz? Kadınsılığımız veya erkeksiliğimiz doğal mı? Taşıdığımız kadınlık ya da erkeklik kimliğimiz, kişiliğimiz neye göre oluşmuştur, bunun toplumsal cinsiyetçilikle bağlantısı nedir? Buna benzer birçok soruyu kendimize sorarak, kendi öz kimliğimize ve gerçekliğimize doğru adım atmalıyız. Cins bilincimizi geliştirerek kendi özümüzü aramamız, sınıflı toplumu sorgulamamızla mümkün olacaktır. Unutmayalım ki, geleneksel kadınsı ve erkeksi temsiliyetimiz fiziki veya biyolojik değil, tamamen toplumsaldır ve kaynağı iktidarın getirdiği kölelikte yatmaktadır.

Zihniyet sorgulamamızı hiç uzakta değil, aile içersinde başlatabiliriz. Nasıl yaşıyoruz, kadınlar ve erkekler olarak bizden beklenenler neler, neden farklılıklarımızı demokratik, özgür, cins eşitliğini hedefleyen ortak yaşama hedefine dönüştüremiyoruz? Bu soruları kendimize sorup cevabını bulmalıyız. Yani geleneksel aile kurumunu radikal bir sorgulamadan geçirerek, bencil, güdüsel ilişkilerden arınarak, özgür yaşam yolunda adımlar atmalıyız. Ortak yaşam iradesini gösterebilmemiz için demokratik güç birliğine dayalı, eşit, özgür ilişkileri yaratabilmeliyiz. Toplumumuzun ve özgürlüğümüzün geleceği olan çocuklarımızı biyolojik ayrıma dayalı rol biçerek asla ve asla yetiştirmemeliyiz. Her şeyden önce bir insan olarak fırsat eşitliğini nerede olursa olsun her zaman tanımalı ve öyle yaklaşmalıyız.

Doğal topluma dönüş

Unutmayalım ki toplumsal cinsiyetçilik tüm toplumu ilgilendiren ve etkileyen bir olgudur. Bu açıdan toplumsal cinsiyetçiliğin veya erkek bakış açısıyla şekillenen toplum gerçekliğinin getirdiği toplumsal çürümeyi görerek, sevgisizliğe, insana karşı ilgisizliğe, maneviyattan boşalma yani anlam yitimine, şiddete, baskı ve işkenceye karşı mücadele etmemiz de çok önemli. Çünkü erkek egemenlikli zihniyetle şekillenen bir toplumun en üst düzeyde biyo-iktidar anlayışı ve yol yöntemleriyle biçimlendirilmesi, kendi içinde doğal toplumun tüm etik değerlerine ters düşmesi sonucu bir yaşam, ilişki biçimi oluşturur. Kutsal bilinen değerler anlam yitimine uğrayarak dejenere edilir. İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, sevgi ile nefretin vb. ters yüz edilmesi sonucu insanın elinden yaşam dayanakları alınır. Her şey; manevi, ahlaki tüm değerlerde dahil bencil, çıkarcı bir biçimde anlamsızlaştırılarak kullanılır. Tüm bunlara karşı öncellikle kendimizde, aile ve çevremizde doğal topluma dair olan yanlarımızın bilincine varmamız yani doğal toplumun komünal değerlerini yeniden canlandırmamız, kadınlar ve erkekler olarak demokratik güç birliğine dayalı yaşam dayanaklarını oluşturmamız gerekmektedir. Kadınların da bu yaşamın bir öznesi olduğunu, onun iradesinin ve kararının olmadığı bir yaşamın yaşanılmaz olduğunu bilerek düşünmemiz, davranmamız önemli olmaktadır. Dili, düşüncesi ve kendine ait eylemi olmayanın bir topluma kendi rengini, sesini katamayacağı, dolayısıyla tek renkli, tek sesli erkek egemenlikli bir toplumun bize hiçbir şey kazandırmayacağını bilmemiz gerekir. Cinsiyetçiliğe karşı her birimizin aktif bir mücadele içersinde olması, eşit, özgür ve yeni bir toplumun yaratılmasında mihenk taşı rolünü oynayacaktır. Demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum paradigmamızın da yaşam bulması bu mücadele kararlılığı ve azmimizle gerçekleşecektir.