Lübnan’ı herkes tarihiyle, deniziyle bir türlü bitmeyen mezhep kavgalarıyla tanıyor. İçindeki Maruni Hristiyanları, Sünnileri, Şiaları, Ermenileri, Dürzileri, Keldanileri kısmen de olsa herkes biraz biliyor. Fakat burada yaşayan yaklaşık on bin Kürt’ün bahsi bile yok. Bu rakam sadece Kuzey Kürdistan’dan 1920’de göç edenlerden ibaret. Yani ‘nüfusa kayıtlı’ olanlar, vatandaşlığa, buraya göç ettikten otuz yıl sonra kabul edilenler. Yanı sıra Suriye’deki savaştan kaynaklı bu ülkeye giden binlerce Kürt var.
Her biri çok ağır koşullarda zor bela ekmek parası bulabiliyor. Çoğu naturculuk (arapça’da kapıcı) yapıyor. Tek gözlü odalarda 6-7, hatta 10’a varan kişi yaşıyor. Mutfak ve banyonun iç içe olduğu binanın kapıcılarına ayrılmış o evlerde yaşamanın zorluklarını tahmin etmek çok zor olmasa gerek…
Toprağından sökülünce insan sadece kurumuyor, yabanıl bir ota dönüşüyor. Acı bir tat, hiçbir yerde yeşermeyen, bereketsiz bir bitiverme. Bu el diyarlarının içinde yeşilliğini, canlılığını, toprağı gibi kalmayı başaranlar da var tabii… Yadê Esma gibi…
Yadê Esma’nın trajik Lübnan hikayesi karşılaştıklarımdan sadece biri. Bilinmeyen, tozlanmış, sahibi olmayan, çığlığında boğulan binlercesi var daha. Titreyen dudakları ile anlatı hayat hikayesini. Ürkek ve heyecanlıydı. Yaşadıklarının hala yasaklı olması onu ürkütüyor, yeniden o günlere dönmek, gözlerinin önünden geçirmek heyecanlandırıp, hüzünlendiriyor.
Göç ruhun bedenden ayrılışıdır
Mardin’in Ömerli köyündendir Yadê Esma. 1960’da iki kızkardeş ve annesiyle birlikte Lübnan’a geçmişler. Geldiklerinde on yaşındaymış. Bağlarını, bostanlarını, ekip biçtikleri toprakları geride bırakmak çok zor geliyor ona… Göçün başa getirdikleri anlatılmaz. Her göç bir yarılmadır, ölümden beter bir haldir. Her gün ölümün ruhta ve bedende acı acı sirayet edişidir. Her göç, ruhun bedenden ayrılmak için yakardığı demlerdir.
Diline, kültürüne, coğrafyasına yabancı olduğun bir memlekette yaşamanın ne kadar acımasız ve zor olduğunu henüz hiçbir sözcük, hiçbir türkü, hiçbir şiir, hiçbir roman dile kavuşturmamıştır. Söylenenler, çizilenler, ağıda dökülenler sadece duyulanlardır. Esas çığlık bağrımızda ziftlediklerimizdir.
“Fakirlik sürgünün kara talihidir” cümlesiyle başlıyor Yadê Esma hayat hikayesini anlatmaya: “Alnına yazılmış bu kader çekilmek zorundadır. Başkasının toprağında yeniden yeşeremezsin, ancak boynu bükük bir dalsındır.
Köyümüzde hepimiz birdik. Bir tek dışardan köye bağırıp, çağırarak gelen askerler yabancıydı. Onlar gelince babam silahını saklar, puşisini nereye koyacağına şaşırırdı. Bilmediğimiz küfürlü bir dil konuşurlardı. Ne biz anlardık onları, ne de onlar bizi… Zaten konuşmalarına da gerek yoktu. Bakışlarının korkunçluğu, mizaçlarının sertliği ve ellerinde salladıkları copları yeterdi. Geldikleri gibi gitmeleri o an tanrıdan tek isteğimizdi.
Toprağımın bağrında gördüğüm tek karışıklık, yabancılık buydu. Bunun üzerine Lübnan’ın kaoslu hali eklenince, şaşkınlıktan deliye döndüm. Her şeye kökten yabancıydım. Dil, kültür, bambaşkaydı. Bu ülkede dilsizler, körler ve sağırlar gibiydik. Üstümüze üstümüze yürüyen, her gün, her an, her saniye ruhumuzu kemiren bu ötekiliğin, bilinmezliğin içinde varolmak, cehennem ateşinde yanmaktan zordu.
Kimlik kavgasının üzerine bir de ekmek kavgası eklenmişti. Kimlik olarak yok sayılıyordun, ekmeğe ulaşmak ise bizim için ölümle eşdeğerdi. Ben daha on bir yaşındayken hiç tanımadığım, dillerini bilmediğim ailelerin yanında temizlik yapmaya başladım. İnsan ömrünün bazı kesitleri hiç unutulmaz. İz bırakanlar, yüreğini delip geçenler, daha gençken saçlarına ak düşürenlerdir. Bugün gibi hatırlarım. Anam beni evlere bırakır, kendisi de başka evlere temizliğe giderdi. İçten içe ona çok tepki gösterirdim. Çocuk aklım o zaman ona yetiyordu. Anama değil de bu baba düzene öfkem kabarmalıydı.
İlk defa balık görmüştüm
Hiç tanımadığım ailelerde, mutfağın hemen dibinde bana ayırdıkları yerde zorla nefes alarak kalırdım. Fiziksel olarak nefes alıyordum. Ama ruhum o evlerde can çekişiyordu. İlk önce Yahudi bir ailede çalıştım. Sonra Lübnan iç savaşında ülkeyi terk ettiler. Ev sahibi ben çamaşır yıkarken, evi temizlerken, çocuğa bakarken başımda duruyordu. Gücüm elbiseleri sıkmaya, çocuğu kaldırmaya yetmiyordu. Oradan oraya koşan dilsiz bir eşya gibiydim. Ayda 30 lira verdikleri paranın da bir kısmını almıyordum. Onlarla asla sofraya oturmazdım. Yiyeceğim zeytinleri bana sayarak verirlerdi. İlk defa Sünni bir ailede balık gördüm. Ne o zamana kadar balık yemiştim, ne de görmüştüm. Bana ‘temizle’ diyorlardı neresinin yenileceğini neresinin atılacağını bilmiyordum.
Çalıştığım her ev başka bir alemdi. Lübnan’ın dilini, kültürünü o evlerde tanıdım. Ben kendim çocuktum ama çocuklara bakıyordum. Bazı ailelerin çocuklarına Kürtçe öğrettim. Hala da beni arar, sever ve sorarlar. O çocuklarla Kürtçe konuştuğumda ülkem geliyordu aklıma, toprağım, yağmur yağdıktan sonra köydeki çocuklarla birlikte oynadığımız oyunlar. Öylece hayal kuruyordum. Başka nasıl yaşayacaktım.”
Yadê Esma’nın yaşı şimdi atmış beşin üzerinde. Hala o kadar dinamik ve çalışkan ki… Ve hala diline o kadar bağlı ki… Torunlarının anaları Arap olmasına rağmen onlara Kürtçe öğreten, Kürtçeyi sevdiren O’dur. Ben görürken hayran kaldım. Bir kez daha esas kültür taşıyıcısının kadın olduğunu çıplak bir şekilde gördüm. Başkalarının çocuklarına Kürt’leri tanıtmış, kendi torunlarına ise toprağını bahşetmiş…
Kıran kırana bir mezhep savaşı
Yadê Esma on sekiz yaşında evlenmiş. Yedi çocuk doğurmuş. İki kızı Kürt Özgürlük Mücadelesine katılıp şehit düşmüş, diğer çocukları ise kendi ülkeleri dışında dünyanın dört bir yanına dağılmışlar. Eşi askerlikten kaçtığı için Lübnan’a gelmiş. Yaklaşık otuz yıl kimliksiz yaşayarak kapıcılık ve seyyar satıcılık yapmış.
Eşinden bahsederken hala gözleri parlayan Yadê eşinin gidişini hala kabullenemiyor.
“O öldükten sonra sanki dipsiz bir kuyuya düştüm” diyor ve ekliyor: “Çok yurtsever, yardımsever, hümanist biriydi. Kendimize bile zor bela ekmek bulmamıza rağmen sokaktan geçen herkesi yemeğe çağırır, yüreğinin zenginliğine herkesi konuk ederdi. Her işe koşar arta kalan zamanda ise seyyar satıcılık yapardı. Bir gün arabası elinde sebze satıyordu. İç savaş artık herkesin kapısına gelmişti. Ülke sanki mahallelere bölünmüştü. Her mahallede kıran kırana bir mezhep savaşı başlamıştı. Can pazarıydı. Biz de o kıyametin içinde debelenip duruyorduk. Her havan atıldığında ben çocukları toplamaya koşar, bodruma koyardım. Bir gün yine havan attılar. Havan tam evimizin yanına değmişti. Ben hemen çocuklara koştum. Onları indirdim, etrafıma baktım. Ne göreyim. Eşim kanlar içinde yatıyor. Yanındaki arkadaşı ise son nefesini veriyor. Hala havanlar yağmur gibi gelmeye devam ediyordu. Ben çaresiz bir şekilde oraya buraya koştum. Birilerini çağırmaya giderken geldiğimde eşim yerde yoktu. Onu çok seven Arap komşularımız hastaneye götürmüşlerdi. Tam kırk havan parçası almıştı. Üstü başı yara bere içindeydi. O haldeyken hastane masraflarını nasıl ödeyeceğimi düşünüyordum. Hala bugün gibi hatırlarım hastane parası için istedikleri 500 lira yerine ‘beni alın’ demiştim.”
‘Bizim ülkemize borcumuz var’
Tüm bu zorluklar içersinde onlara nefes aldıran, ülkelerinin kokularını taşıran 1981-82’lerde tanıştıkları Kürt Özgürlük Mücadelesi oluyor. Eşi kapılarını Apocular’a açtığında dış dünya kapanıyor, onlar için yeni bir dünya açılıyordu. Gerisini Yadê Esma’dan dinleyelim:
“Bu yolun zorlukları, baskıları korkutuyor, başarılı olup olmayacağı da endişe yaratıyordu. Bizim için değil, etrafımızdakiler için bir sorundu bu. Bizim eve gelen arkadaşlar sayesinde kızlarımın harekete sempatisi hemen gelişiverdi. Her gün saçlarını tarayarak, önlüklerini giydirdiğim kızlarım ne çabuk büyümüştü böyle… Zaten onları hep ülke sevgisiyle büyütmüştüm. Bir gün gelecek, topraklarımıza alnımızda yıldızlar taşıyarak geri gidecektik. Onlar bu kutsal yolu seçtiler. O dönemler Lübnan’da çalışma yürüten Said ve Musa arkadaşlardan çok etkilenmişlerdi. Her iki arkadaş da nur parçasıydılar. Ana sütü gibi ak ve helaldiler. Kızlarım bu insanlık abidelerinin izinden gittiler. Bu güzellikler kuşlar gibi uçarak yerlerini buldular kızım. Acısı bugünkü gibi taze, özlemi bugünkü gibi yanık… Onları kendi ellerimle giydirdim, kuşandırdım, uğurladım. Özgürlük savaşçılarının kervanına kattım. İkisi de ’91’de Kuzey Kürdistan’da şehit düştü. Roza şehit düşmeden önce mektup göndermişti. ‘Şehit düştüğümü duyduğunda ağlama, bizim ülkemize borcumuz var. Ben senin bu ülkeye verdiğin bir hediyeyim. Şahadet haberimi gözyaşlarıyla değil, tilililerle karşılamalısın’ diye vasiyet etmişti…”
Yadê’nin iki can parçası düşmanlarına karşı kahramanca direnerek toprağa düşmüşlerdi. Onlar analarının onurları, baş taçlarıydı.
Yadê Esma dünya tatlısı bir anne… O kadar misafirperver, çalışkan ve doğal ki… O kadar güzel özelliği var ki… İnsan hangisini yazacağını bilemiyor. El becerileri kesinlikle ruhunun güzelliğinden… Kelebek ruhlu güzel kadın, seni tanıma şerefine nail olmak, erdeminden, sadeliğinden ruhumu beslemek ne de çok şey öğretti…