1990’lı yıllardan beri yürürlükte olan III. Dünya Savaşı gitgide hızlanarak rengini daha da belli ediyor. I. Dünya Savaşı’nda kurulan sistem sadece Ortadoğu’da değil tüm dünyada yıkılıyor. Değişimin merkezi Ortadoğu’da ittifaklar ve düşmanlıklar yeniden yoğruluyor.
Tarihsel sorunlar yeniden su yüzüne çıkıyor. I. Dünya Savaşı’nda ağırlıkta Türkiye ulus-devlet modeli üzerinden kurulan sistem, bu kez kendini ABD-İsrail-Arap devletleri işbirliği üzerinden yeniden inşaya almış görünüyor.
1998 Ekim ayında belirginleşen uluslararası komplonun arkasındaki temel güçler kendilerini bugün daha açıktan savaşın tarafı olarak ortaya koymuş durumda. Rêber Apo’ya dönük uluslararası komplo ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi ve Ortadoğu’da direniş dinamiğinin ortadan kaldırılması hesaplanmış olsa da, 26 yıl sonra bunun tersi sonuçlarını yaşıyoruz.
Yeni dizaynda da kullanımlı aparat!
Gitgide daha açık ortaya çıkıyor ki, Kürt sorununu çözmeye yanaşmayan sömürgeci devletlerin tümü, ülkelerini altın tepside küresel hegemonik güçlerin kullanımına sunuyor. Anti Kürt ittifak ve demokratikleşmemekteki ısrar, komplonun 26. yılında tüm Ortadoğu’yu savaşa sürüklüyor; tüm bölgeyi, toplumu, kadınları yeniden sömürgeleştirilmeyle yüz yüze bırakıyor.
Kürt sorununu çözmeyen ve demokratikleşmeyen Türk devleti, Turan hayallerinin oltasına takılarak varlığını Kürt varlığının yok edilmesinde arayan serseri bir mayın misali, küresel hegomonik güçlerin en kullanışlı aparatı haline geliyor.
2024 Eylül ayının sonunda Erdoğan, Esad’la “görüşme ve uzlaşıya varmak istiyoruz” demişti. Bunun ne anlama geldiği Aralık ayında anlaşıldı; Esad rejimi düştü, HTŞ Şam Hükümeti olarak deklare edildi. ABD masaları ters çevirerek, Suriye’deki darbenin sorumlusu olarak Türkiye’yi işaret etti. Oyun kurucu ABD ve İsrail iken, Türkiye’nin işaret edilmesinin nedenini yürüttüğü siyaset ve diplomasinin başarısından çok ihalenin Türkiye’ye bırakılmasında aramak gerekir.
Ondan bir ay öncesine dönersek, 22 Ekim 2024’te, Devlet Bahçeli’nin MHP grup toplantısında yapmış olduğu çağrı ile Türkiye çalkalandı. İktidar ortağının bölgedeki gelişmelerden haberdar olmadan bunları söylemiş olması düşünülemezdi. Milliyetçi retorikten arındırırsak, Bahçeli’nin söylemlerinin bölgedeki gelişmelerden kopuk olmadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Kaybeden Kürt kaybeden Türkiye’dir
Deyim yerindeyse, henüz işin ‘lolo’ kısmındayız. Ulus devlete dayalı sistem aşılıp yeni bir dizaynın adımları atılırken, kendilerini de bekleyen bir tehlikenin oluştuğunu anlamış olsalar da, hala sömürgeci zihniyet devrededir. Zaten her gün tasfiye için tüm varını yoğunu dökenler, yine tasfiyeden söz ediyor. Şöyle bir çözüm mümkün mü: Sizi katliamdan geçiriyoruz ama bitiremiyoruz. Silahlarınızı bırakın ki daha rahat katliam yapalım!
Ancak ortaya çıkan ve burada önemli olan şu ki, Rêber Apo’nun da dediği gibi üçüncü dünya savaşı koşullarında “kaybeden Kürt artık kaybeden Türkiye’dir.” Bunu herkes istediği gibi yorumlayabilir, fakat bunun tek anlamı vardır: O da Kürdün inkarı ve soykırımı başta Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu’nun dışarıdan yeniden dizaynı ve kaybedişi demektir.
Rêber Apo taktik yaklaşmıyor
Öngörülü bir siyasetçi, bilge, sosyal bilimci ve toplum öncüsü olarak Rêber Apo’nun kaçırıldığı ilk günden itibaren yaptığı ideolojik ve politik tespitlerin birer birer gerçekleştiğini, O’nun çerçevesini çizdiği yol haritasında yürümeyi becerdiği oranda Kürtlerin, kadınların, halkların kazanımlarının arttığını yaşayarak deneyimledik. Bugün de Kürtler, tüm tasfiye ve soykırım hedeflerine ve girişimlerine rağmen, varlıklarını, ahlaki ve politik duruşlarını Rêber Apo’nun yol göstericiliğinde koruyor ve sürdürüyorlar.
Henüz kimse III. Dünya Savaşı’ndan bahsetmezken Rêber Apo, taraflar için bu süreçten en az kayıpla çıkmanın yolunu 2009 yılında sunduğu ‘Yol Haritası’ ile ortaya koymuştu. Savunmalar başta olmak üzere 26 yıldır İmralı’da uluslaşma ve devlet olgusu konusunda söyledikleri de akılda tutulduğunda, 28 Aralık 2024 tarihinde yaptığı görüşmede çıkan 7 maddelik mesajdan şu üç başlık bile, bölgedeki gelişmelerin nasıl bir öngörüyle okunduğunu gösteriyor:
•“Gazze ve Suriye’de yaşanan hadiseler göstermiştir ki, dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü artık ertelenemez bir hal almıştır.
•Bütün bu çabalarımız, ülkeyi hak ettiği düzeye taşıyacak ve aynı zamanda demokratik bir dönüşüm için de çok kıymetli bir kılavuz olacaktır.
•Devir, Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir.”
Dolayısıyla Rêber Apo taktik yapmıyor, fakat uzlaşının da temel prensiplerini çok net ortaya koyuyor.
Altın çağ mı?
Bu yazıyı yazarken Trump’ın yemin töreni henüz yeni gerçekleşti. Törende yaptığı konuşma çokça tartışılıp yorumlanacak gibi. Ama özetle bir ‘kurtuluş hikayesi’ kurdu ve 20 Ocak yemin töreni gününü ABD için kurtuluş günü olarak ilan etti. ABD’nin kendine özgü pragmatizmini eklektik bir biçimde, mitoloji ile soslayıp topluma sundu; ABD için altın çağın başladığını söyledi. Toplumun çeşitli kesimlerinin onayını aldıklarını deklere etti. Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesini bir başarı hikayesi olarak tariflemekle kalmadı, toprakların genişletilmesi sözünü verdi. Kendini başkomutan olarak tanımladı. Düşmanları için daha güçlü ordu vurgusunu yaparken, gücün salt kazandıkları savaşlarda değil, aynı zamanda sonlandıracakları ve hiç girmeyecekleri savaşlarda olduğunu da ekledi. Bundan kasıt nedir zaman içerisinde göreceğiz. Fakat öyle görünüyor ki, doğaya ve topluma karşı savaş, yeniden sömürgeleştirme, doğa kırım, toplum kırım derinleşerek devam edecek. Kürtler dahil örgütlü olup kendini koruyamayanlar, toplum ve kadın karşıtı zihniyet üzerinden insana benzeyen ama insan olmayan yeni bir tür olarak devletin insanı ve toplumu olarak yeniden şekillendirilmekte. Bu sürece sömürüden pay alma vaadi üzerinden entegre edilirken direnenler ve farklılıklar, şiddet kullanılarak ortadan kaldırılmak isteniyor. Böylece bu toplum kırım eşliğinde ekolojik dengeyi geri dönülemez noktalarda tahrip edecek süreçlerin onayı alınmak ve önü açılmak istenmektedir.
Romalı şair Ovid, Hesiod’un çağ bölümlemesini dörde indirgeyerek adlandırmıştı: Altın, Bronz, Gümüş ve Demir. Hesiod’un versiyonunda Altın Çağ, Prometheus’un insanlığa ateşi ve diğer tüm sanatları armağan etmesiyle sona erer; Zeus onu bir kayalığa zincirleyerek cezalandırır. Bir kartal sonsuza dek onun ciğerini yer. Muktedirin gücünün böyle kadim olduğu mesajı verilir. Ancak bir kere ateş insanlığa ulaşmıştır. Direnenlerin meşalesi bugün de yanmaya devam etmekte. Altın çağ ABD için de sona erdi. Nitekim altın çağların sömürgecilerin tarihinde başkalarının zenginliklerinin çalınması anlamına geldiğini İngiltere altın çağından da biliyoruz. Buna rağmen sistem toplum-kırımı derinleştirerek sonunu uzatmaya çalışıyor. Fakat Kürtler ve kadınlar başta olmak üzere, dünyanın her yerinde insanlık, muktedirlerin düşündüğünden çok daha fazla biliyor, direniyor ve mücadele ediyor. Kuşkusuz bunların başında, tüm hayatını ve bunun 26 yılını İmralı Adası’nda büyük bir mücadele ile geçiren Rêber Apo geliyor. Şu anda şahit olduklarımız esaret koşullarında bile, sorunları çözme gayreti ve cesaretini gösteren korkusuz bir öncünün stratejik çabalarıdır. Ancak bu, Kürtler ve dostlarının beklemek değil görevlerini paradigma temelinde yerine getirdikleri oranda gerçekleşir.
Demokratik Modernite Toplumun Kurtuluşudur
Elbette tarihsel komploculuğu sürdürmek; bu stratejik çabaları baltalamak isteyenler de var, olacaktır. Rêber Apo’nun bu hamlesiyle birlikte özellikle sosyal medya üzerinden -başta ABD ve İsrail trolleri olmak üzere- geçmiş yüzyılın argümanları yeniden piyasaya sürülüyor. Türkiye’ye ‘Kürtler sizi arkadan vurur’; Kürtlere ‘hayalinizi gerçekleştirin, artık bir devletiniz olsun’ diyerek halklar savaşının devamı isteniyor. Tüm bunlar yapılırken ise soykırım operasyonları devam ediyor. Yine dünyadaki sol ve demokratik toplumsal kesimlerde kafa karışıklığı ortaya çıkararak, Kürtleri destekleme konusunda muğlaklık açığa çıkarmak ve Kürtleri emperyalizmin aparatı gibi göstermek istiyorlar.
Özcesi, bugünler ne kadar da I. ve II. dünya savaşları dönemine benziyor. Dolayısıyla III. Dünya Savaşı günlerinde Kürtler, ezilen halklar ve kadınlar olarak kafası en net kesim olmamız gerektiği açık. Aynı zamanda en avantajlı kesimiz; o da Rêber Apo’nun netliği ve paradigması. O nedenle sürecin bekleyeni, izleyeni değil bu paradigmanın hayata geçireni olmak durumundayız. Bekleyip gören duruş değil paradigmayı büyük heyecan ve düşünce gücü ile uygulayan olmak Rêber Apo’nun bu stratejik çabalarına güç katar. Bu, sadece Kürtlerin kazanması anlamına gelmiyor; toplumların hapsedildiği bu erkek egemenlikli paradigmanın kısır döngüsünden herkesin demokratik modernite temelinde kurtuluşu anlamına geliyor.