Einstein demiş ki, “Kadınlar, erkeklerle değişeceklerini ümit ederek evlenirler. Erkekler ise kadınlarla değişmeyeceklerini. Böylece her biri kaçınılmaz hüsrana uğrar.” Einstein’ın deneyimleyerek ifade ettiği bu söz üzerine söz söylemek belki göreceli olarak ayıp olabilir. Fakat düşünsenize Einstein’ın 62 yıl önce bilimsel olarak deneyimlediği şeye siz de yaşanan toplumsal hüsran deneyimleri üzerinden ulaşıyorsunuz. Bu, bu büyük bir heyecan. Bir şeyleri yıllar sonra yeniden keşfetmek. Üstelik de Einstein ile aynı keşifte bulunmak?!? Şu an tek amacım bu keşife daha “çukur” bir bakış açısı kazandırmak. Buna kuyu da diyebiliriz. Gerçi kimi kuyuların dibi yoktur, kimi kuyulara da ışık tutmazsanız dibini göremezsiniz. O yüzden kazılmış toplumsal bir kuyuya dalmak öyle sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü kadının da erkeğin de kendini deneyimlediği bir toplumsal “çukur”, “bataklık” ya da “girdaptan” söz ediyoruz. Yani zorlu bir alan…
Olay şu; Einstein, “kadınlar, erkeklerle değişeceklerini ümit ederek evlenirler” diyor. Bu doğru. Ama püf nokta şu; kadınlar, erkeklerin kendiliğinden değişeceklerini değil, kendilerinin erkekleri değiştireceğini düşünürler. Neden? Çünkü kadın sevgisinden emindir ve bu sevginin yarattığı sihir ile erkeğin değişeceğini düşünür, ümit eder. Erkekler ise evlendiklerinde değişeceklerinden korktukları için bir ömür boyu kadın karşısında “duvar” olmayı tercih ederler. Bu durum bazen “kalas”, “kazma”, “ayı” ya da “öküzlük” ile kıyaslansa da durum aslında “dökme duvar” olma durumudur. Dolayısıyla kadın gelip, gidip bu “dökme duvara” çarpıyor. Malum duvarın bükülme, eğilme ya da esneme gibi bir yapısı olmadığından geriye kırılma ve yığılma kalıyor. İşte bu noktada hüsran yaşanıyor. Hüsran nedir?!? Moloza dönüşme durumudur.
Dolayısıyla 5 bin yıl boyunca yaratılan kadınlık ve erkeklik rollerinde tüm kucaklaşmalarda yaşanan hüsranın aslında bir “molozlaşma” hali olduğunu anlatmak atomu yeniden ve yeniden parçalamaktan daha zordur.
Hüsranaltı kaç parçacık var biliyor musunuz?
Düşünebiliyor musunuz, atom parçalanmış ve sayısız atom altı parçacık keşfedilmiş durumda. Ama ya hüsran? Hüsranaltı kaç parçacık var biliyor musunuz? Tabi ki bilmiyorsunuz. Ne yaşanan hüsran matematiğe vurulabilir ne de yığılıp kalan toplumsal molozu bir anda ayrıştırabilirsiniz. Acı olan ne biliyor musunuz? Hepimizin bu toplumsal moloz yığınının altında kalmış olduğumuzun farkında olmayışımız. Şu zihniyete bir bakın; “And olsun ki, taciz ve zinanın nedeni kadınlardır.” Hadi oradan. Öyle bir söylüyor ki, sanırsın kadın bunu kendi kendine yapıyor. Şimdi bir şey diyeceğim okuyucuya ayıp olacak. “Makyaj yaparak ve parfüm sürerek evden çıkan kadınlar sadakatsizdir.” Wııışş, neden ölmedin sen?!? Moloza bak… Peki cümledeki hüsranı görüyor musunuz? Taciz ve tecavüze bulduğu gerekçeye bir bakın: Makyaj yapmak, parfüm sıkmak… Bunu yapan da sadakatsizdir ve sadakatsiz olanlara tecavüz etmek bir erkeğin hakkıdır. Dine uygun olsun diye bir de yemin etmiş, “And olsun ki…” Tükürsünler yeminine! Bunu söyleyen Suudi bir din adamı. Sözünü ettiği kadınlar ise tesettür içindeki kadınlar. Aynı cümlenin bir benzerini bir kaç yıl önce AKP-Erdoğan faşizmi, politik kadınlar için söyledi. “Dekolte giyen kadınlara tabi ki taciz ve tecavüz edilir” denildi. Peşi sıra dil, emziren kadınlardan hamile kadınlara kadar uzadı. Tecavüz sonucu oluşan hamileliklere de devlet el koydu. İş büyüdü. Kadınlar sokakta, otobüste, parkta saldırıya uğradı.
“Kamu Güvenliğini Tehdit Timi”
Din adamları, kadınlar için “sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır” dedi. Ben sana bir sürpriz yapardım ama, neyse… Umarım bu ‘neysedeki’ hüsranı görebiliyorsundur. “Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir” diye de devam ediyor din adamı olacak zat. Yani sen hak ettin diyor. Zaten diyanet işi genişletip, “babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir” demesinden sonra ülkede birden bire diyaneti, AKP’yi, Erdoğan’ı savunan “ahlakçılar” peydahlandı. Şimdilerde ülkede bunlara “KGT; yani Kamu Güvenlik Timi” diyorlar. Tabi biz buna “Kamu Güvenliğini Tehdit Timi” de diyebiliriz. Ki, bütün kapılar oraya çıkıyor. Ama şunu net söylemeliyim ki, hamile ya da emziren bir kadına saygı duymayanların bu hayatta yeri yoktur. Çünkü emzirmek ve doğurmak kutsal bir eylemdir. İkisine de dil uzattınız mı, siz artık haramzadesinizdir, lanetlisinizdir ve tabi ki de bu lanetinizde boğulacaksınız. Hamile bir kadının dışarı çıkmasını günah sayanlar, sağlıksız çocukların doğmasına neden olurlar. Bu dünyaya sağlıksız çocukların doğmasına neden olanlara ise lanetli denir. Tıpkı Frankenstein gibi lanetli…
Ülkeye sapıklar, tecavüzcüler el koymuş
Şu mentaliteye bir bakın; biri tesettürlü kadın için makyaj ve parfümün, öbürü ise dekoltenin taciz ve tecavüze “davetiye” çıkardığını ve kadının bunu hak ettiğini söylüyor. Sonra da çıkıp kadınlara, “durum sandığınız gibi değil” diyorlar. İnanın bunlar durumun sandığınız gibi olmadığını söylüyorsa, durum tıpa tıp ve de aynen sandığınız gibidir. Ülkeye sapıklar, tecavüzcüler el koymuş… Yeni namus
bekçileri de “KGT” denilen lanetliler. Hüsran budur işte. Gel de hüsranaltı kaç parçacık olduğunu çöz, çözebilirsen!?!
Başa dönecek olursak; evlilik, erkekleri dönüştüren ya da değiştiren bir kurum değildir ve asla da sadakatini belirlemez. Erkekler evlenirler ve eşlerinin kendilerine yeminle bağlanmasını sağlamak için yüzükle kelepçelerler. Üstelik de köleleştirdiği kadınla yaşadığı sürece asla değişmeyeceklerini umarlar. Ama değişirler. Ve kadınlar köle oldukları sürece onlar da asla özgürleşemezler. Kendi yarattıkları taciz ve tecavüzün kurbanları olurlar. İşte bir diğer hüsran da buradadır. Yani erkek, yine bir erkeğin yaşattığı tecavüz sonucu varlık gösterdiği sürece hüsran kaçınılmazdır. Sonuç; “dökme duvar” ve molozlaşmadır. Peki bu bir kader mi? Tabi ki değil. Tüm bunlar erkeğin özgür olduğunu sanma salaklığından gelmektedir. Salın kendinizi, bırakın hayat sizi biraz özgürlükle yoğursun. Değişmekten korkmayın. Emin olun özgürlük, kölelikten daha korkutucu değildir. Özgürlüğe olan yatkınlığınızı kölelik alışkanlıklarınıza kurban etmeyin. Yani demem o ki, hüsranlı hayatın dökme duvarından geriye kalan moloz olma. Hayata karşı “duvar” olmanın bir alemi yok!