Neo Osmanlının musibetleri

- Kayuş G. Çalıkman
625 views

TURKEY-KURDS-UNRESTGenellikle erken kalkarım, akşamları yorgun eve geldiğimden pek işe yaramam, kenara atılmış bir torba gibi hissederim kendimi. O yüzden eve gelir gelmez ağzıma iki lokma bir şeyler atar ve kendi dünyama çekilirim… Benim için hayat sabah başlar, dış dünyaya sabah erken açılırım, neler olmuş bitmiş öğrenmek için haberleri sabah izlerim, sabahın erken saatlerinde internet gazetelerini okurum. Belki de görüp duyacaklarıma direnme gücünü sabahın erken saatlerinde yakaladığım içindir. Son 6-7 aydır bu böyle, yurtta giderek artan şiddet, şiddete paralel olarak artan arsızlık, terbiyesizlik ve insan zekâsını, vicdanını hiçe sayan bir pervasızlık ülke iklimini ele geçirmiş durumda. Yapılan her şey, tüm bu musibetler bilinçli, iyi düşünülmüş hesaplanmış belki de temelleri çok öncesinden atılmış plan ve programlar dâhilinde uygulanmakta. Her şeyi görüyorum, hissediyorum, olacakları tahmin ediyorum, bir şeycikler yapamamanın ezikliğini yaşıyorum, kendimi aciz hissediyorum…

Türkiye bir kez daha 100 yıl öncesinin taktik ve gerekçeleriyle yine bir halkı düşman ilan etmiş durumda. Ülkede anlamsız bir savaş var. Kimse telaffuz etmek istemese de ülkenin bir yanı çökmüş durumda, diğer yanı ise oturmuş seyrediyor. Seyredişin nedenini sadece duyarsızlık olarak açıklamak ise hiç adil olmasa gerek. Sadece insanlar ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Tıpkı bu sabah benim içine düştüğüm durum gibi. Televizyonda bilmem ne kanalı Yunanistan’daki göçmenlerin sayısından bahsediyor ve Yunan halkının zaten işsizlikle boğuşur olduğunu artık göçmen yükünü daha fazla kaldıramayacak durumda olduğunu anlatıyor. Oturmuş onları izlerken, minicik ellerin ekmek parçasına uzanmış hallerini seyrederken ne kadar aciz hissettim kendimi…

Elimde bir kalem, bir şeyler yazmak istiyorum, kaleme bakıyorum geçen bahar Beyazıt’ta bir kırtasiyeden almıştım. Bir tane bana, bir tane D…’e, bir tane  S……’a ve bir tane de F…..’ya, “son senemiz kızlar” demiştim hatıram kalsın sizde. Kızlar, üçü de memleketlerine döndüler, diploma ile tescilli hale getirdikleri mesleklerini memleketlerinde icra etmek için döndüler, çok geçmeden bir iki ay sonra alt üst oldu memleketleri. Önce umutları yakıcı güneş altında kavruldu, sonra rüyaları ve hayalleri metrelerce yığılı karın altında ezildi. Suskun, şaşkın kalakaldılar, amaçsız çaresiz ve yalnız. Sosyal medyada dağlara yol alan gençlerin fotoğrafını seyrederken ne kadar aciz hissettim kendimi…

Yine yurdun dört bir köşesinde kadınlar tecavüze uğruyor, öldürülüyor, tehdit ediliyor… Yine suçlular haklı, mağdurlar suçlu oluyor. Yine aba altından kadınların evinde oturmak varken sokağa çıkması suç gösteriliyor. Yine evlere giriliyor, yine Trabzon usulü domuz bağları, yine en gerçeğinden işlenen cinayetlerin katilleri en sahtesinden kurbanlar oluveriyor, gerçek katillerle perde arkasında kadeh kaldırılırken. Tüm halkı hedef alan, canımızdan, cananımızdan eden seri patlamaların “sözde” failleri ilkokul müsameresi tadında “medya” sahnesinde rollerini okuyor. Bazıları görüntüleriyle de katkı sağlıyor savaşçılık oyunlarının tadına doyum olmaz sahnelerine. Oturmuş kahramanlarımızın düşmanı alt edişinin temsilini kahkahalarla seyrediyorum, oysa oturup ağlamam gerekir bizi bu denli hiçe sayan, zekâmızla bu denli dalga geçenler karşısında böylesine aciz hissettiğim için kendimi…

Kentler boşalıyor, yakılıp yıkılıyor, biraz sonra kentsel dönüşüm adı altında TOKİ girecek oralara ve pek bir güzel olacak (!) Tarihin tüm izleri iyice silinip süpürüldükten sonra neoselçuk-osmanlı mimarisi adı altında zevk abideleri inşa edilip yeni göçmen sahiplerine sunulacak. Sonra yeni yeni tarih kitapları yazılacak zaten ve şöyle denilecek “Kürtler burada hiç yaşamamıştı ki…”

Ben bu kurguyu biliyorum, ninemden, dedemden biliyorum, vaktiyle onlar da böyle bir oyunun kurbanı olmuşlardı, vaktiyle demek Anadolu Ermenilerden arındırılırken İstanbul oturmuş eli kolu bağlı seyretmişti derken haksızlık etmişiz, şimdi anlıyorum ne yapabilirdi ki? Vahşetin, zulmün vicdanı da izanı da yokmuş, namusu da oysa elimizde yaralı bir vicdan, dumura uğramış bir izan ve kurtarmaya çalıştığımız bir namusla ne yapabiliriz ki?