Sara’nın devrimi

- Deniz BİLGİN
644 views

Amerikalı yazar Ursula K. Le Guin, Mülksüzler adlı kitabında “…Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir” diye yazıyordu.

Bu söz bana devrim ve özgürlük teorisinin bireylerde yaşam bulmasıyla gelişen mücadelemizi ve heval Sara’yı hatırlatıyor. Zira Heval Sara da kavgası ve yaşamıyla devrim olanlardandı. Bu, hala devam eden bir devrim.

Bunun nasıl gerçekleştiğine dair bilgiyi iki ciltlik kitabında da görmek mümkün. Kitabın önsözünde söylediği birkaç cümle bu gerçeği çok iyi tanımlıyordu: “Hiçbir devrim, kendi içinde tek tek insanda bu kadar uzun süreli, sancılı ama başarılı devrimler gerçekleştirmemiştir. İşte zaferin garantisi buradadır. Sosyalizmin insanlaştırılması, her canlı hücrede somutlaştırılması çabası, emeği ve sabrı bu yüce kavgada billurlaşmaktadır. Bu nedenle kavgamız yaman, çekici ve birleştiricidir. Ben bu kavgaya aşığım.”

Sürekli bir devrim heyecanıyla yürüyor

Sara gibi insanları anlatmak zordur. Çünkü yaşarken de, sonsuzluğunda yol alırken de zaten kendini anlatmıştır. O kadar sabır, mücadele gücü, azmin anlatılması zordur. Neyse ki çok insan tanıdı onu, o çok insanın yüreğine dokundu. Ve aslında kendini anlattı, ölümsüzleştirdi.

Devrim olabilmeyi başarmış insanın gücü, tüm iktidarlardan, hırslardan daha güçlüdür. Yenilmezdir. Önüne ne kadar engeller konulsa da, acıyla sınansa da, baskılarla karşılaşsa da yani insan dünyasının hangi zorluğuyla yüzyüze gelse de onu aşıp ilerler. Geleceğe bakar, maddi dünyanın hırslarına kapılıp kalmaz. Bir nehir insanıdır, devrim olmayı, kendini gerçekleştirmeyi başarmış olan. Heval Sara’yı en iyi tanımlayan olgu budur.

Onunla ilgili hatırladığım her şey bununla ilgili. Heyecan duymayana, her an değişimi kendinde yaratmayana, beklenti içinde olana tahammülü yok. Sürekli bir devrim heyecanıyla yürüyor. Her anı saf coşkuyla dolu. O heyecanı çevresine taşırmak için çırpınıyor hep. Emma Goldman’ın “Özgürleşme kadının ruhunda başlar” sözü karşılığını en çok da onda buluyor.

Ruhunu yitirmişliğe, ezikliğe, bitkinliğe öfke duyuyor. Ama dışlamıyor hiç kimseyi. Sıkılmadan, erinmeden oturup saatlerce ona anlatabiliyor. Kendindeki heyecanı bir parça da olsa taşırmak istiyor. Hemen söküp atmıyor kimseyi yüreğinden; saatlerce yol alıp yanına ulaşıyor, tartışıyor, ikna etmek için çabalıyor. Bu yüzden yer ediniyor dokunduğu herkesin kalbinde, usul usul akan bir ırmak gibi iz bırakıyor. Böyle yaşam buluyor bir devrim teorisi…

‘Bizi kimse kurtarmayacak’

Çıplak ve sarı dağlardaydık. Çöl tozu her tarafımıza sinmişti. Üzgündüm, belki de biraz umutsuz demeliyim. Önümüzde yurdundan sürülmüşlerin kaldığı ancak baraka olabilecek yoksul evler, evlerin arasında hiçbir şeye aldırmadan koşuşturan çocuklar vardı. Barakaların ötesinde de tozun sisi içinde bir ova uzanıyordu. Çıplak dağda taşların üzerinden atlıyorduk. O yeniden çocuk olmuştu. Giyindiği uzun etekle zıplamakta zorlansa da çabalıyordu. Her taştan atladığında kahkahalarla gülüyordu.

“Seni anlamadığımı sanma” dedi bir taştan zıplarken. “Devrime kalkışmak kolay değil. Zorlanmak doğal bir şey. Ama bu zorlanma anlarında beklenti içinde olmak daha kötü. Çünkü bizi kimse kurtarmayacak. Kendini bırakmak bir anlamda bir kurtarıcı beklemektir” dedi.

O durunca ben de durdum. Eğilip taşa takılan eteğini düzeltti, birazcık yırtılmıştı. Yeniden doğrulunca gözlerinde bir ışık yandı, belki de ben öyle sandım. Hayatını belirleyen o sihirli sözlerini yineledi.

“Düştüğünde hep ileriye bakacaksın ve seni üzenlere, zorlayanlara takılıp kalmadan kalkıp yürüyeceksin. Yani kavga edeceksin…”  Üç nokta koydum çünkü daha çok şey söyledi. Tüm ‘ama’larımı, ‘neden’lerimi yumuşak ama vurucu sözleriyle yerle bir etti. Belki sözlerin hepsini değil ama onun kavgayı anlatırken bende bıraktığı duyguyu, beden dilini, yüzünün halini çok iyi hatırlıyorum. Ki, söylemesine gerek yoktu ki, o da yaşamının zorlu zamanlarından geçiyordu. Yaşamından örnekler vererek anlatıyordu. Neleri atlatıp bugünlere ulaşmıştı ama pes etmemişti.

“Kavgayı daha güçlü sürdürün” derdi

O gittiği zaman hepimiz ağlıyorduk. Onu tanıyanlar ya da tanımayanlar, hepimizde çokça iz bırakmıştı. Çok çaresizdik, bir an her şeyin sonundaymışız gibi geldi. Sanki her şeyimizi kaybetmiştik. Birçok defa bunu deneyimlememize rağmen o an bir daha doğrulup yürüyemeyecekmişiz hissine kapılmıştım. Sonra bir an durup düşündüm. Çok kısa bir an sadece. O burada olsaydı ne derdi diye düşündüm. Evet, o burada olsaydı hepimizi tutup silkelerdi ve “Ne oluyor size, kavga devam ediyor. Kalkın ayağa, güçlü olun ve kavgayı daha güçlü sürdürün” derdi. Çünkü o çaresizliği sevmezdi. Şikayet edip sızlanmayı sevmezdi. Kendimden biliyorum. Sorunlarla karşılaşıp çaresiz kaldığımda, çözümsüz kaldığımda kaç kez buna benzer sözler etmişti. En çok da devrim olma konusunda söyledikleri…

Bunu onu tanıyanlardan çok kişi düşünmüştü. Arkadaşlarından Fidan Nurhak da onu yazarken şöyle demişti: “Günlerdir soruyorum kendime. O olsaydı, ne yapardı, ne yapmamızı isterdi? Direnişinin sarsılmazlığını, onurunun baş eğmezliğini ve düşman bilincinin derinliğini düşünerek kanaat ediyorum ki, onun istediği, Sara yoldaşın bizden beklediği, öldürülmek istenen değerlerin daha da çoğaltılması olurdu. Kendimizi nasıl Sara kılabiliriz? Belki de bu soruyu sormamıza dahi kızardı. ‘Sizler Sara değil, kendiniz olmalısınız, siz siz olarak özgürleşebilirsiniz. Özgür kadını yaratmanın ilk şartı kendini özgür olarak varetmek, kendisi olmaktır’ derdi belki de.”

Yetersiz arkadaşlıklar adına bizi affet!

Kürdistan dağlarının zorlu koşullarında eski ve paslanmış bir daktilo ile hayatını yazdı. Bizi yazdı yani kadının zorlu mücadelesini… Onun yazdıklarında geçmiş ve geleceğin her anı buluştu: Kavgayla birlikte umut da vardı, baş eğmezlik, yenilmezlik, sevgi…

Her bir kadının bıraktığı kişisel miras aynı zamanda hepimizin çoğaltması gereken toplumsal bir hafızadır, kadın hafızasıdır. Ve Sara bu hafızanın en güçlü parçasıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun her kadının ondan öğreneceği çok şey var.

Heval Sara’nın olabilmeyi başardığı devrimi anlamak ve o yol olmayı başararak yürümektir aslolan…

Clara’nın Rosa’ya seslenişi sevenlerin adına senin için olsun kızıl saçlı kadın. Clara Zetkin, ölümünden birkaç gün önce Rosa’ya (Luxemburg) şöyle yazmıştı: “Ah Rosa’m, ne ağır günler! Sevgili, biricik Rosa’m. Biliyorum, onurlu ve mutlu öleceksin. Biliyorum, devrim için savaşırken ölmekten daha iyi bir ölüm düşlemedin hiç kendine. Ya biz? Biz senden yoksun kalabilir miyiz? Düşünemiyorum, yalnızca duyumsayabiliyorum. Seni kucaklıyor, sıkı sıkı yüreğime bastırıyorum.”

Senin gönlün deryalar kadar genişti, dağ zirvelerine değerdi alnın, aktı. Adını tarihe yazdın, sonsuzlukta yaşayacaksın. Yaşanmış yetersiz arkadaşlıklar adına bizi affet!

‘Yazmak yaşamaktır’

“Hissettiklerim çılgın gibi akıtıyor. Kendime, kaynağıma ait bu akış beni delice harekete geçiriyor ve bu halimi seviyorum. İşte bu ‘kendimim’ diyorum. İz bırakarak koşacağım. Bana haz veren bu oluyor. Kavgalar yaşamımın bir parçası ya da yazdığım gibi: Hep kavgadır. Bu yaşam karakterini çok seviyorum.

Bu coğrafyayı çılgınlar gibi dolaşabilecek hayallerim, özlemlerim, umutlarım, özgürlük aşkım var. Bu aşk beni fırtına gibi esmeye; yaşamı doluca kucaklamaya yetiyor.

Şu an dolu doluyum. Bütün güzelliklerle coşuyorum. Sevdiğim her şey yüreğime ve beynime akın etmiş! Sevinçten, mutluluktan, coşkudan uçacak gibiyim. En sade, en bana ait duygular beni tıpkı akan bir su gibi götürüyor. ‘Yazmak yaşamaktır’ diyordum. Şu an bunu tepeden tırnağa yaşıyorum.

Evet, düşlerim, düşüncelerim ve yaşadığım her şey sımsıcak; yaşam dolu… Hiçbir şey anlamsız gelmiyor. Hiçbir şey çekilmez gelmiyor. Tam tersi günlük ayrıntılardan bile zevk alıyorum. Hayal dünyam zengin. Tüm sevdiklerimleyim. Geçmişi yaşayamadım, yaşadığım anda müthiş taşıyorum. Her şey canlı… Geride kalmamış, benimle yürüyor, alıp götürüyorum her gittiğim yere…”        (Heval Sara’nın kişisel notlarından)