Devletin Sur’da yaptığı yıkımın yeni yeni ortaya çıktığı günlerde yazar Oya Baydar’ın, abluka sürdüğü zaman gittiği Diyarbakır’daki görüşmelerinden çıkardığı ‘Surönü Diyalogları’ adlı kitabının Can Yayınları’ndan yayımlanması haklı tepkiye neden oldu. Çoğunlukla sosyal medyada dillendirilen tepkilerin temelleri aşağı yukarı aynıydı. Bir kesim, Sur’da özel harekât kuvvetlerince öldürülen çocukların cenazeleri, devletin kasti uygulamaları nedeniyle 154 gündür kaldırılmamışken o çocuklar hakkında bir kitap yazmaktaki aceleyi en iyi tanımıyla sakil buldu. Kitap çıktığında Sur’da öldürülen çocuklar Ramazan Öğüt ve Rozerin Çukur’un cenazesi hâlâ bulunamamıştı; kitabı muştulayan haberlerden bir gün sonra Ramazan Öğüt’ün, bir hafta sonra ise Rozerin Çukur’un cenazeleri DNA testleri sonucu tespit edilip defnedilebildi. Bu eleştiriye katılan başka bir kesim ise kent savaşının başladığı ilk günlerden itibaren direnişe karşı olduğunu köşe yazılarında açıkça ilan eden bir isimin, direniş ve direnen çocuklar hakkında kitap yazmasına itiraz etti.
Oya Baydar, 40 yıllık savaşta ailesinden kayıplar vermiş, Diyarbakır’da yaşayan Liceli muhatabıyla yürüttüğü diyalog şeklinde kurguladığı kitabında, farklı yerlerde pek çok kez kitabı neden yazdığını açıklıyor: “Sahi neden buradayım ben? Sanırım aslında kendime bir iyilik yapmaya geldim: Göğsüme çökmüş ağırlıktan kurtulmaya, vicdanımı yıkamaya, başkalarının günahlarının bedelini ödemeye…”
Vicdanlara mı güvenmeli?
Yazarın bu açıklaması, kitapta muktedir ile mağdur, ezen ve ezilen, makbul olanla olmayan arasında kurulan ve hep birinciden yana olan asimetrik söylemin analizini tek tek paragraflar ve cümleler üzerinden yapmaya ihtiyaç bırakmıyor. Yazarın amacı en nihayetinde kendine bir iyilik yapmak. Niyeti sadece bu olsaydı “Yolu açık olsun” denilebilirdi ama Baydar, tüm kitap boyunca “Doğu”dakilerle Batı’dakilerin ancak “vicdanla” bir araya gelebileceğini savunuyor. Baydar ve Türkiyeli “aydınlar”ın, 40 yıldır süren savaşın sonlanması için sürekli olarak “vicdana” referans vermeleri, “vicdanın tüm sorunları çözeceği” şeklindeki önermeleri halkların, toplumların bir arada yaşamının temeli olan evrensel hukuku, eşitlikçi ve demokratik yasaları dışlıyor. Talep edilen açık: Sömürge rejimi altında ezilen ve hakları gasp edilen halka muktedirin “vicdanına güvenmeleri” salık veriliyor. Aynı zamanda sömürgeci ile sömürülen halk arasındaki güç dengesi yeniden kurularak öncelik, muktedirin şaşmaz bir adaleti temsil ettiği farz edilen vicdanına veriliyor.
Kürdistan’da sömürgeci olan devletin vicdan tanımadığının, hatta meselenin vicdanla hiç ilgisinin olmadığının, son süreçte bir kez daha açığa çıkmasını bir kenara koyup vicdanı referans alan Türkiyeli “aydın”lara soralım: Kürt halkı kendini Türk devletinin vicdanına neden teslim etsin?
Buna verilecek cevap başka bir yazının konusu olduğu için vicdan bahsini kapatmadan önce Türkiyeli “aydınlar”a, destekledikleri “çözüm süresi” boyunca Abdullah Öcalan’ın medyaya yansıyan kısıtlı açıklamalarını takip edemedilerse en azından ‘İmralı Tutanakları’nı okumaları tavsiye edilebilir. Tutanaklarda Kürt Halk Önderi A.Öcalan’ın, bir arada yaşamın demokratik ve eşitlikçi yasal zemine kavuşturulmadan bir “çözüm”den de bahsedilmeyeceğini defalarca ifade ettiğini göreceklerdir.
Doğruyu vaaz eden aydınlar
Baydar’ın kitabından yola çıkarak daha geniş bir çerçevede Türkiyeli “aydınlar”ın merkezi konumlarını tartışmak gerekiyor. Oya Baydar gibi sol ve liberal temeli olan Türkiyeli yazarlar, kanaat önderleri, sivil toplum aktörleri ve gazeteciler, “aydın” figürasyonu altında toplanıyor. Bunların hem yüklendikleri rolle hem de entelektüel vasıflarıyla topluma yol gösteren, doğruyu vaaz eden kişiler olduğu var sayılıyor.
Genellikle kendini mağdurlara, ezilenlere, sömürülenlere yakın gören bu çevre; dışlananlar, horlananlar, haksızlığa uğrayanlar adına konuşma yetkisini de üstleniyor. Ne var ki bu yetkiye esastan itiraz etmek gerekiyor: Mağdur adına konuşan “aydın” aynı zamanda mağdurun tarih önünde yenildiğini baştan kabul ediyordur. Bu sezgi veya düpedüz kabulün sonucu olarak “aydın yazar”, yenilen karşısında söylem belirleyici konuma yükselir. Bu konum onun neyi nasıl anlattığını, kimi nasıl seslendirdiğini, içeriği, üslubu ve bağlamı da belirliyor.
Diğer taraftan yazarlar, en nihayetinde eserini tezgâha çıkarır, gazeteler bayilerde satışa sunulur. Tüm bu eserler ve haberlerin yer aldığı gazeteler beğenilirse alınıp okunacaktır; internet siteleri haber ne kadar duygulara hitap ederse, şaşırtırsa o kadar tıklanacaktır. Yazarın okurla bu ilişkisi de yapıtını nasıl kurduğunu, kimi nasıl seslendirdiğini ve kime seslendiğini belirler. Beğenilme, kabul görme kaygısının yazar ve okur arasında kurduğu efendi – köle ilişkisi, bir taraftan da kasten veya iyi niyetli bir bilinçsizlikle, yazar ile “kendini yakın hissettiği” mağdur arasında kurulur.
Özneleri görünmez kılan söylem
Devletin inkâr politikası sonucu, en başından yanlış bir isimlendirmeyle “Kürt sorunu” olarak tanımlanan, en az 100 yıllık bir tarihi kapsayan konu hakkında konuşmak bu “aydın çevre” tarafından yıllardır genellikle “olumlu” olarak sunuldu. Kimi zaman ise bu konuşma ve tartışmaların ‘sunumu’, konuşan kişinin ideolojik duruşuna göre “muhalif bir tutum” ve/ya duygu durumuna bağlı olarak “vicdani bir borç” olarak paketlendi. Ancak, süreç boyunca konuşmanın içeriğine, bağlamına ve yöntemine dair bir tartışma açılmadı veya tartışmalara, itirazlara engel konuldu. Tüm bu konuşmalarda Türkler ve Kürtler, devlet ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında kurulan efendi – köle ilişkisi sorgulama dışında bırakıldı.
Hükumetin “çözüm”, Abdullah Öcalan’ın ise “demokratik çözüm görüşmeleri” olarak nitelediği süreç boyunca konu hakkında konuşan Türkiyeli “aydın çevrenin” en büyük yanılgısının, PKK’yi küçültmeye çalışmak olduğu artık açıkça görülüyor. Faşist blok PKK’yi karalama peşindeyken, bu blokun karşında duran “aydın çevre” ise PKK hakkında konuşabilmek için onu küçülterek ‘şirinleştirme’ yolunu seçti. Öcalan yerine “İmralı”, KCK yerine “Kandil” diyerek insanları değil adayı, dağı taşı konuşturma da bu ‘şirinleştirme’, ‘küçültme’, bir şeyi adıyla anmak yerine kabul edilebilir başka isimlerle paketleyip sunma çabasının sonucuydu. ‘Öcalan konuşursa kitleler tahrik olabilir’ savından hareket eden bu çevre, hitap ettikleri kitleyle çatışmamak, beğenilmek, sözlerini dinletmek için taş ve çirkin binalardan ibaret adayı konuşturmayı tercih etti. Seçilen bu kelimenin, tecrit altında tutulan Öcalan’ı görünmez kıldığı ise tartışılmadı.
Aynı tavır Baydar’ın kitabında da görülüyor. Kitap boyunca Sur’da direnen gençlere “hendekçi gençler” deniyor. Yazarın, gençleri kendilerine verdikleri isimle anmaması onları “vicdanlara seslenerek” kabul edilebilirlik sınırına çekme çabası olarak görülebilir. Ama iyiniyetli olsa bile bu yeniden adlandırma, süreç boyunca yapıldığı gibi, içinde küçümsemeyi de barındırıyor. Direnen gençler, önce YDG-H sonrasında ise YPS/YPS-JIN altında örgütlendi, bir irade ortaya koydular ve bu iradeyi harekete geçiren talepleri vardı. Onlara “hendekçi gençler” demek, her şeyden önce bu irade, eylemlilik hali ve talepleri görünmez hale getiriyor. Sonuçta, gençlerin varlığını, taleplerini kurduğu asimetrik söylem aracılığıyla kadife bir örtünün altına saklayan yazara geriye tek bir seçenek kalıyor: Umutsuzca vicdanlara seslenmek!
Severek ayrılalım
Hazır söz Türkiyeli “aydınların” yanılgılarına gelmişken, PKK gerçeğini idrak etmekteki isteksizliklerinden de bahsetmek gerekiyor. Yapıyı beğenmeyebilirler, yöntemlerini tartışabilirler ama kabul edilmesi gereken gerçek herkesin önünde duruyor: PKK, Türk devletiyle 40 yıldır savaşan ve bu savaşta varlığını korurken aynı zamanda güçlendiren, karar ve yürütme mekanizmalarıyla Kürdistan’ın dört parçasında ve başta Avrupa olmak üzere diasporada örgütlü devasa bir ideolojik yapı. “Hendekçi gençler” ismi verdikleri gençler de farz ettikleri gibi yolunu kaybetmiş, bir güç tarafından “kullanılan” aciz kişiler değil; tarihlerini bilen, devleti tanıyan, ideolojik donanımları olan bireyler. Özetle devlete söz geçiremeyen “aydın çevrenin”, kolaycılık yaparak yönelip akıl öğreteceği, ders vereceği, yedeğine alacağı, küçümseyeceği bir yapı değil karşılarında duran.
Bu çevrenin önce kendi yanılgılarıyla yüzleşmek zorunda oldukları açık. Gerçeği kabul etmeden, bir şeyi kendi adıyla anmaktan imtina ederek en azından bundan sonra konu hakkında konuşmanın ve tartışmanın çok uzun sürmeyeceği öngörülebilir.
Bu yapılmadığı zaman geriye Baydar’ın kitabındaki “yasak aşk” analojisi kalıyor. Baydar, savaşa dair “naif” sorularını sıralarken kendisine “Fazla düşünüyorsun, fazla inceltiyorsun. Tipik aydın tavrı. Doğal olmaya çalış, neysen o olmaya” diyen Liceli muhatabına “Bir zamanlar seviştiğim erkek de böyle demişti. (…) Yasak bir aşktı, kendimi suçlu hissediyordum” cevabı veriyor. Muhatabı da “Tam da bu işte” diyerek devam ediyor: “Şimdi burada yaşadığın da bir çeşit yasak aşk.”
Kürtlerle ilişkileri yasak bir aşk ise Baydar başta olmak üzere Türkiyeli “aydınların”, bundan sonra Kürtler onlara “Severek ayrılalım” dediğinde kalplerinin kırılmayacağını umalım.