Aylardır hatta yıllardır Kuzey’inden Güney’ine kadar Kürdistan dağlarında kesilen ve kamyonlara yüklenmiş ağaç fotoğrafları, görüntüleri basına düşüyor. Artık bu görüntülere bakamıyorum. Bir zamanlar yeşilliğiyle yeryüzüne güzellik, yaşam katan o ağaçların kesilmiş, doğranmış, bir kamyon kasasına istiflenmiş ölü bedenleri andıran hallerini görmek zor geliyor. Bir parçası öfke, diğer bir parçası da derin köklere dayanan ülkemin topraklarının bilgisiydi bu acının nedeni.
Hiç öldürülerek istiflenmiş, canlılığı elinden alınmış ‘odun’ hallerini gördünüz mü? O halde dahi kalın ağaç gövdelerinin kıyısında kenarında yeşil sürgüler boy verir. Hiç dokunmasan bir süre sonra o cansız olarak görülen gövdelerden sayısız ağaç boy verebilir. Doğanın canlılığı böyle bir şey, ölüm de yeni bir canlılığın boy vereceği bir geçiş sadece. Bu canlılık öyle kolay yok edilecek türden değil, yok edilirse zaten insanın kendisi de yok olur. Ki Kürdistan’ın binlerce yıl derine inen öz kültüründe ölüm yoktur; hayat bir döngüdür. Yeryüzündeki hayatını tamamlayan her canlı bir başka cana toprak olur, tohum olur; yok oluş yoktur.
Ağacın sırrı neredeydi?
Peki insan hayatının ilklerinin yaşandığı Mezopotamya topraklarına ve bu toprakların en eski yerli halklarından olan Kürtlere bu öfkenin sebebi neydi? Gerillanın bastığı toprakları, altında uyuduğu ağaçları, susuzluğunu giderdiği suları yok etme kini mi! Güvenlik mi! Turizme açma hedefi mi! Ya da salt ekonomik mi; bir asırdır sömürdüğü yer altı ve yer üstü zenginliklerinden geri kalanlarını da bu şekilde sömürme amacı mı? Kürt’e dair her şeyi yeryüzünden silme pervasızlığı mı?Peki onca işgale, kırıma karşın hala yaşayan bu kültürün, canlılığın altında yatan neydi? Her soru köklere götürüyor. Tıpkı bir ağaç gibi! Yeşil dallarından, rengarenk ve çeşitli şekillerde yapraklarıyla yeryüzünü cennete çeviren ağacın sırrı neredeydi? Toprak! Toprağın bağrında doğayla uyum içinde büyüyen yaşamın ilk nüvelerinin, ilk adımların giderek yaşam felsefesi haline gelişi, bunun adeta dağa taşa kazınması muhteşemdi. Canlı doğa ile bütünleşen bu felsefenin adeta coğrafyamızın her adımına nakşolması, binlerce yılın işgaline rağmen yaşamayı sürdürmesi olağanüstü.
Hayat Ağacı kültü
Bir yıl önce jineolojîden arkadaşlarla yaşam, tarih, doğa eksenli heyecanlı bir tartışmaya dalmıştık. Konumuz Hayat Ağacı kültüne geldi. Herkes bu konuda bildiğini, başka yerlerde rastladığı bilgileri anlatıyordu. Her bir arkadaş anlattıkça, geri kalanlarımız merakla onu dinliyorduk. Yeni öğrendiğimiz bilgilerle gözlerimiz parlıyordu. Bu yaşamdan uzak, raflara sıkışmış bilgi değildi bizi heyecanlandıran, pozitivizmin en çok da bir asırdır dünyayı boğduğu kanıtlanmış bilginin aksine yaşamımızda karşılığını bulduğumuz, bize dokunan bilgiydi. Bizi tanımlıyordu, yaşamımızdan bir parçaydı. Uzakta, insan yaşamlarına dokunmaktan uzak soğuk laboratuvar bilgileri değildi. Çok şey tartıştık: Gılgameş destanında ormanın koruyucusu Humbaba’nın ölümünün trajedisi kadar, sedir ağacı şimdi Zağroslar’da yok diye bu destanın yaşandığı toprakların uzağına sürüklenmesini… Dönemin zalim iktidarı Asurların kestiği, Dicle, Fırat nehirlerine atarak sarayların inşası için ovalara gönderdiği Zağros dağlarının ağaçlarını… Rahimde bir canlıyı besleyen, iki canlı arasındaki bağ, hayat ağacına benzeyen plasentayı… Ve dileklerimizi, rüyalarımızı, hayallerimizi bağladığımız ağaçları… Halılarımıza işlediğimiz en eski ağaç sembollerimizi… Ninelerimizin bedenlerine işlediği ağaç dövmelerini… Ziyaretgah haline getirilen yaşlı ağaç gövdelerini… Yaşam ağacından bir parça olduğunun derin bilgisiyle kutsallaşan asaları, bu asaların gizlendiği ziyaretleri, kutsal asaların her dokunduğunda yeniden yeşerttiği ağaçları… Göbeklitepe’nin dut ağacı, Yarsan yurdunun dallarına kırmızı ve yeşil kumaşların bağlandığı dut ağaçları, Alevilerin ziyaretgahlardaki meşe-dut-derdeğan ağaçları, Şabeklerin kutsal derdeğan ağacı ve daha nicesi… Tüm bunlar Kürdistan coğrafyasında bir zamanlar yaşanmış bir kültürün izlerini, belleğini taşıyor. Bu yüzden “Tarih günümüzde gizli, biz tarihin başlangıcında gizliyiz” demişti Rêber Apo.
Zagros’ta yaşayan ruhlar var
Bunun için yaşamlarımıza bakmamız yeterli! Kitap raflarına, resmi kayıtlara değil yaşadıklarımıza, topraklarımıza, topraklarımızda yaşam bulan her canlıya bakmamız yeterli, onlar bize bizi anlatıyor zaten. Onlar tarihi günümüze taşıyor. Kürdistan coğrafyasının her yanı tarih fışkırıyor, bellek yeşertiyor; ağaçlar, taşlar, sular… Her yandan “ben buradayım beni gör” diyor. Biz onları görmemekte ısrar etsek de, onlara sadece birer meta/para gözüyle baksak da, onlar bizden bağımsız derin bilinç basamakları, ruhlarıyla hep varlar… Var’lık böyle bir şey, yok olmuyor. Hiçten gelmediği gibi birden de yok olmuyor işte. Kürdistan gerillası da yüz yıllık işgali kırmak için ilk adımı attığında sadece fiziki olarak değil yüzünü, kalbini, gözlerini Kürdistan’a çevirdiğinden beri bu köklere sarılmıştı. Dağları, ağaçları, toprakları okumuştu, onlardan öğrenmişti. Kürdistan topraklarının hafızasını adım adım, kendinden, bedeninden parçalar vererek gün yüzüne çıkarmıştı. Toprağa derinden kök salan ağaçlar, insanlar asla ölmezler. Kırılırlar ama beslendikleri topraklardan bir kıyı bulup yeniden yeşerirler. Nisan 2022 tarihinde Türk devletinin işgal saldırısında yaşamını yitiren Mizgîn Ronahî, Kurê Jahro’nun kayalıkları arasında konuştuğunda şunları söylemişti: “Hislerimi nasıl anlatayım? Toprak ile bağımız güçlü. İnsan bunları nasıl hissetmez ki! Tüm Kürdistan coğrafyası güzel ama Zagroslar’ın güzelliği çok farklı. Şimdi burada Zagros’ta yaşayan ruhlar var, arkadaşlarımız ve başka insanların. Beden öldüğünde ruh yaşar derler ya. Zagroslar’da yaşayan ruhlar var, bizim arkadaşlardan tutun da eski insanlara kadar… Sanki onlar hep bizimle, bizi toprağa bağlıyorlar. Yalnız hissetmiyoruz, birçok güçle, maneviyatla yaşıyoruz.”
Doğayla kurulan bağ, bir yaşam biçiminin de temeliydi
İşgalcinin yapmak istediği en çok da bu bağı koparmaktır. Kürdistan’da binlerce yıl önce doğayla kurulmuş olan bağın salt ‘korku’ ile başlamış olduğunu düşünmek yeterli değil. Doğayla kurulan bağ, bir yaşam biçiminin, felsefesinin de temeliydi. Tahakküme dayanmayan ekolojik, doğal toplumsal yaşamın temeliydi. O yaşam, Kürdistan dağlarının her yanına sinmişti; yaşamın kurulup geliştiği mekanlar, inanç mekanları, katliamın yaşandığı mekanlar, bir hafıza olarak hikayelerin, masalların yaşandığı dağlar, tarihi yerler, ağaçlar, sular, kayalar… Bu yüzdendir ki Kürdistan’da yaşanan durum salt ekokırım olarak tanımlanamaz. Salt güvenlikçi anlayışın yol açtığı sonuç ya da ekonomik sömürü olarak da tanımlanamaz. Direnişçi kadar baskıcı iktidarlar için de hafıza hep diridir. O hafızaya sahip çıkanları dahi o hafızanın her bir milimini öldürmedikçe hayatın ve zamanın bir yerinden fışkıracağını bilirler. Tüm bunlardan da öte Kürdistan’da işgal, mekanı kimliksizleştirmeye, gerçek anlamından boşaltmaya, çürütmeye yönelmiştir. Yine kişilerle doğanın/mekanın bağını koparmak için turistik, ekonomik kalkınma gerekçeleri öne sürer. Ancak son aşamada işgalcinin yapmak istediği mekanı yok etmek, kimliksizleştirmektir.
“Toprak Ana, bizden eyleme geçmemizi talep ediyor”
Öyle ki o mekanda yaşayanlar baktığında yeşili yok edilmiş çıplak-kurak bozkırlar, parçalanmış dağlar, beton bloklar-duvarlar, biçimsiz ve kirli su göletleri vb görecekler. Yaşamdan, canlılıktan izler olmayacak. Tarihten kalan her şey, eskilerin bahsettiği nostaljik bir öğe olarak kalacak. Suni, özünden, hakikatinden, canlılıktan kopmuş bir yaşam… Yani ağacın, dağın, taşın, toprağın anlattığı yaşamın tüm izleri silinmiş olacak. Yaşadığı mekandan, hafızasından koparılmış topluluk dağılınca, kendisiyle boğuşan tek tek insanlar kalacak geriye. Toplumundan, tarihinden, yaşamından koparılmış bir insanın tek gayreti biyolojik yaşamını sürdürme olacaktır. Avustralya yerlileri Aborjinler, “Kayalar bizim arşivimizdir” derler. Tarihlerini, yaşamlarını, hafızalarını kayalara resimlerle kaydederler. Kürdistan doğası da bizim arşivimiz, hafızamız, en temelde varlığımızdır. Kürdistan’da doğanın yok edilmesi demek hafızamızın, varlığımızın yok edilmesi demektir. İşte bu kadim kültürde yaş ağaç kesmek günahtı, ayıptı. Onların da ruhu vardı. Şimdi her gün tonlarca ağaç kesiliyor, yok ediliyor. Yaşamımız yok ediliyor. Kürdistan’da bir ağacı dahi yeşertemeyenler, tonlarca ağacın kesilmesine ortak oluyor, bizzat uyguluyor. Asıl acı olan bu coğrafyada yaşayanların da bu ekokırıma, bellek kırıma, kimliksizleştirmeye ortak olmalarıdır. Kürdistan’da tek bir ağacın, tek bir taşın dahi çok anlamı vardır. Kürdistan’da tek bir ağacın yok edilişini dahi varlığımıza yönelik saldırı olarak görmeliyiz. Varlığı, yaşamı korumanın tek yolu da mücadeledir. Şu an ismini hatırlayamadığım Latin Amerikalı bir kadının söylediği gibi: “Militarize edilmiş, zerhirlenmiş, temel hakların sistematik olarak yaralandığı bir yere dönüştürülen Toprak Ana, bizden eyleme geçmemizi talep ediyor.”