Aysel Doğan’ı tanımak

- Bermal ÇEM
608 views
Yüreğimizin güzel yoldaşı, Dersim’in ve dağlarımızın asil duruşlu kadını. Soluksuz bir koşu gibi seni anlatmak ve yine anlatmak. Senle hayata dokunmak. İçimde, aralıksız ve hırçınca akan Munzur nehrisin. Yolunu bilen ve bulansın. Kadın duruşu nasıl olmalı diye düşünürüm. Yanıtım: “Çınar gibi olmalı”dır. Çünkü çınarlar hem kadim ama hem de tazedir. Ve işte sen koca çınarsın. Hayatın kadimdir. Kadimlik zamanı toplar kendinde çünkü. Hem alandır hem veren. Bu yüzden dik ve soyludur.

Özgürlük için nerede olursa olsun mücadele eden devrimciler soyludur. Ve en çok onlar sarılır hayata, ne pahasına olursa olsun. Birçok devrimci gibi bilge kadın Aysel Doğan da Çınar ağacı misali bir hayat bıraktı ardında. Aysel Doğan ile tanıştığım ve geçirdiğim anları anlatmak ve paylaşmak istiyorum. Onu tanımış olmak ne büyük lütuftur bana. Direngenliğinle güzelleşen yüreğini nasıl anlatabilirim bilemiyorum ama sözümüz ve yüreğimiz ile yaşanmışlıklarımıza dokunmamız lazım. Tıpkı senin, amacına dokunarak ülkene özgürlüğü bahşetme arzun gibi. Hayatımda iz bırakan yüce kadın, Aysel Doğan! Seni yazmak, ortaklaşan hikayemizi dile getirmek, içimdeki nehrin beni çağıran enerjisi belki. Ya da evrenin, bana dokunduğu bir sırdır. Şimdi ise, dokunduğum bu anlamı anlatmam lazım.

Bizim tek silahımız direniştir

1953 yılında Dersim’de doğan Aysel Doğan arkadaş, gençlik yıllarında öğretmenlik yaptığı mekânlarda aktif olarak mücadeleye katılır. Her ne olursa olsun, inandığı gibi yaşadı. Net, sade ve kararlıca. Dersim’de Alevilik, İnanç ve Kültür Akademisini kurar. 1991’de memleketi Dersim’de bağımsız milletvekili adayı olur. Toplumsal çalışmalara öncülük eder, halkı ve yoldaşlarını yorulmadan, usanmadan eğittir. 1980 askeri darbesi sonrasında defalarca gözaltına alınır ve işkenceye maruz bırakılır. Tüm bu zulme rağmen Aysel Doğan güçlü duruşundan asla taviz vermez. Bir zindan anısını şöyle aktarırdı; “Günlerce, aylarca aralıksız işkencede kaldım. Bir gün, düşmanım olan işkenceci karşıma geçip şöyle dedi, ‘biz düşmanız ve her gün sana dayanılmaz işkenceler yapıyoruz. Direnişin karşısında kendimden utanıyorum.’” “İşte bu PKK gerçeği ve ruhudur. Bizim tek silahımız direniştir,” diye eklemişti. Hayatının 17 yılını zindanda geçiren Aysel yoldaş 1999 yılında Rêber Öcalan’ın çağrısı üzerine Avrupa’dan Türkiye’ye 2. Barış Grubu üyesi olarak gitti. Barış için gittiği topraklarda tekrardan tutuklanarak zindanlara atıldı. 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Türkiye’de barış istemenin bedeli buydu. 2011’de siyasi ve toplumsal çalışmalardayken tekrardan tutuklandı. 4 yıl  zindanda kaldığı bu süreçte kanser hastalığına yakalandı.

“Yetişmem gereken bir tarih var”

Bir 11 Mayıs günü, grubum koma Amara ile Şehit Mizgîn anısına bir dinleti provasındayken, bir arkadaşın “Acaba Aysel arkadaş da anmaya gelir mi?” sorusuyla, onun çok yakınımızda olduğunu öğrendim. Çok şaşırdım, yıllardır görmek istediğim kadın yanı başımdaydı. Elimdeki sazı, yarım kalmış çayı bırakıp koşmaya başladım. Kırk beş derecelik sıcaklık altında vücudum titriyordu. Bu halimi görenler, “hayırdır, bu ne  telaş böyle” diye şaşkınlıkla soruyordu. “Yetişmem gereken bir tarih var” diye yanıtladım onları. Evet, benim için bir tarihti o. Birçok devrimci kadının ruhunu bedenine nakşetmişti çünkü. Heyecandan kalp atışlarımı duyabiliyordum. Hayallerimle buluşma anımdı sanki. Kapıya yaklaştıktan sonra biraz durdum, kendime çeki düzen verdim. Aysel Doğan’ın karşısına çıkacaktım. Onun gibi dimdik durmalı, düzenli görünmeliydim. Kapıyı çaldıktan sonra kalp ritmim daha bir hızlandı. Açılan kapının ardında Aysel Doğan duruyordu. Dimdik, heybetli ve parlayan gözlerle. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Saçlarını yana doğru taramıştı. O güzel tebessümüyle; “keremke hevala delal, tu bi xêr hatî, were hundir” sözleriyle beni içeri davet etti. Hiçbir şey söylemeden içeri girdim. Birçok genç arkadaş etrafına toplanmıştı. Bana da bir yer göstererek buyur etti. Herkes büyük bir heyecanla heval Aysel’i dinliyordu. Acaba neyi anlatıyordu? Merakla dinlemeye koyuldum. Hayatında biriken devrimin kahraman çocuklarını öyle güzel anlatıyordu ki. Hayatına dokunan Sara’yı anlatıyordu. Dersim’i, Munzur’u, onur yolunda ölümsüzleşen nice güzel kadını anlatıyordu. Anlatırken, bazen de öyle sessiz, suskundu ki, gözleri uzaklara dalıyordu. Diğerleri gibi ben de, can kulağıyla anlatılanlara kilitlenmiştim. Bir dala tutunur gibiydi. Anlatımlarının arasına komik anıları da sıkıştırarak arkadaşları güldürüyordu. Bir nehir gibi çağıldarcasına akışkan konuşuyordu. Dinleyenler olarak biz ise bir tarih deryasına atılmışcasına kıyıya varmak istemiyorduk. Çünkü kendimizi onun anlatımlarında bulmuş gibiydik. Sohbet bitmişti. Karşılıklı hâl-hatır sorduktan sonra aramızda doğal bir sohbet başladı. Herkese dokunmasını bilen, onu hissetmesini başaran, herkese söyleyecek güzel bir sözü ve herkese ayıracak zamanı olan adalete sahipti. Hiç kimseyi unutmaz ve geride bırakmazdı. Duruşuyla hem okşuyor hem seviyor hem de eğitiyordu.

Her bir cümlesi insanı yeni bir arayışa sürüklüyordu

O anlar, zamanın benim için kendini yeniden yarattığı anlardı. Kendi tarihimi bir kadının şahsında ancak bu kadar güzel ve doyumsuz hissettim. O anda, bir ömür kaldım orada. Tarihlerden kesitler izliyor ve okuyor gibiydim. Çünkü karşımda direnişiyle tarihe mal olmuş bir kadın vardı. O öncü, o yüreği güzel, o yoldaşlara sevgiyle sarılan asil bir kadının etrafında kim çember olmazdı ki!? İşte orada bulunan bizler çember olmuş, tek bir yüreğe heval Aysel’e akmış ve sarılmıştık. Gitmem gerektiğini söyleyerek müsaade istedim. Akşamki anmaya gelemeyeceğini ama heval Mizgîn’i kendi yüreğinde anacağını belirtti. “Sadece bir gece değil, onlar hep içimde, hep hayatımda, hep benimleler. Bu yüzden sadece anmıyorum, bir de yaşıyorum onları” diye ekledi. Her bir cümlesi insanı yeni bir arayışa sürüklüyordu. Ayrılmadan bir fotoğraf çekme istemimi kırmadı. Bahçede oturduk, birbirimize sarıldık. Kahkahalarımızı birleştirip tebessüm ederek çektirdiğimiz fotoğraf ile artık unutulmaz karelerdendik. Kısa bir süre sonra yine yola koyulacaktık. Elini cebine atarak 20 dinarı bana uzattı. İhtiyacım olmadığını söyledim. “Dağlara gideceksin. Benden yoldaşlara çikolata al, bir de sevgi, selam ve özlemlerimi söyle” dedi. Yılların özlemiyle ona sımsıkı sarıldım. Sanki yıllarca arayıp da bulamadığım bir yoldaşımı bulmuş gibiydim. Heval Aysel’i ilk kez o zaman görmüştüm. Daha önce sadece hikayesini bildiğim, adını duyduğum ama hiç tanışmadığım bir yoldaştı. Ama bende çok derin bir etki yarattı. El sallayarak bir kez daha görüşme umuduyla ayrıldık. Heval Aysel hastaydı ama hasta olduğunu yansıtmıyordu. Hep aktif, güçlü ve enerjikti.

Umut her zaman vardı

Aldığım o 20 dinar ile bir sürü çikolata aldım. Dağlara ulaştığımızda karşıma çıkan bütün gerillalara heval Aysel’in selamları ile beraber bu çikolatalardan dağıttım. Mesajı ilettiğim her arkadaşın yüzünde bir tebessüm oluşuyordu. O an anladım ki heval Aysel, birebir tanışmış ya da tanışmamış her bir yoldaşta büyük etki yaratmıştı. “Dağlara selam et” demişti. Dileğini gerçekleştirmiştim. Zamanın sonsuzluğundaki dağlar almıştı bu güzel kadının selamını.  Aysel yoldaşın gelip zirvelerinin kokusunu çekmesini beklerken, o ise gökyüzü altında evrenin her zerresindeydi. Söz demişti: “Geleceğim mutlaka. Toprağa, taşa, yapraklara dokunacağım. Suyundan içeceğim. Yoldaşlara sarılıp tek tek öpeceğim” demişti. Özlem ile bezeli umut her zaman vardı. Dağların bağrında destanlar yaratarak tarihi yazan kadınlardan biriydi Aysel Doğan. Bu yüzden dağlar bilirdi, ne olursa olsun heval Aysel’siz kalmayacaklardı. Çünkü heval Aysel o dağları, “ülkem” diye, “halkım” diye bağrına basmıştı. Ülkesi Kürdistan’ın her bir taş kuytuluğunda, her bir karış toprağında anılar olduğunu bilirdi. Usanmadan o anıları heybesine doluşturarak geleceğe yol almıştı. Kendi hayat öyküsünü de ekleyerek. Sonrasında o dağlara ayak bastı mı bilemiyorum ama o hep oradaydı, en zirvesinde. Her yalnız ağacın altına tek tek oturdum, taşlara dokundum. Kayalara yaslandım. İşte, heval Aysel’e sarılırken dağları kokladım, kucakladım, tarihe sarıldım. Bu ilk buluşmadan iki yol sonra heval Aysel ile yollarımız Avrupa’da kesişti. Tekrar görüşmenin heyecanıyla birbirimize uzun uzun sarılmıştık. Ülkemize, yoldaşlarımıza sarılırcasına sarılmış, özlem gidermiştik. Çünkü Avrupa denilen bu mekanlarda hayatın rengi ve duygusu farklıydı. Zehirli kapitalizmin göbeğinde ona başkaldıran, direnen kadınlardık. Bireyciliğin yalnızlaştırdığı, toplumsallığın dibe vurduğu mekânlardı buralar. Her ne sebeple buralara gelmiş olsak da, ruhumuz ülkemizdeydi. Artık biliyordum, insan enerjisi mekân ve zamanı aşabilirdi.

Tükenmeyen bir kaynaktın

Bu kez oturup uzun uzun sohbet ettik. Sen anlattın ben dinledim. Hakikate giden yolda  zorluklarla nasıl baş edilir, nefes almadan anlattın. İnsanı eğitmek, öğretmek senin için bir sanattı. Seni her dinlediğimde, hep aynı heyecan sarıyordu beni. Evet, dünyayı senin gibi binlerce Kürt kadınının mücadelesi, bilgeliği ve sevgisi değiştiriyordu. Amaçların o kadar büyüktü ki, o ağır hastalığına rağmen yürüyüşlerde, mitinglerde, eylemlerde en öndeydin. Durmadan anlatıyor, eğitiyor, öğretiyordun. Tükenmeyen bir kaynaktın. Ve evet, bir de o illet hastalık. Bakışlarımı yüzünden alamıyordum. Yüzün, kanserden dolayı sararmıştı ve zayıflamıştın. Ama ruhun sonsuz bir derya gibi hala akışkandı. Çünkü, senin literatüründe “hastalık” diye bir şey yoktu. Hakikate doğru yol alıyordun. İkinci karşılaşmamızdan bir ay sonra ben de kanser hastalığına yakalandım. Kansere karşı mücadele ederken her sabah senin sesinle gözlerimi açtım. Sevgi ve duygu yüklü sesin beni iyileştiriyordu. Aylarca, hiç bıkmadan sabah selamını esirgemedin. Bu hastalıkla nasıl mücadele etmem gerektiğini öğrettin. Ve ben şimdi seni bedenimde, ruhumda hissediyorum. Yıllarca yaşadığın ve mücadele ettiğin bu illetin nasıl bir acıdan ibaret olduğunu yaşayarak öğreniyordum. Beraber iyileştiğimizi sanıyordum. Sen bana yaşamayı öğretirken, kendin ise usul usul vedalaşıyordun. Aylar sonra, “sazını al ve gel” dedin. Hemen çıkıp geldim. Sözcüklerim düğümlendi. Hareket edemiyordun. Ama ömrüm boyunca kulaklarımda çınlayacak o canlı sesinle konuşuyor ve yüzünden içten gülüşünü eksiltmiyordun. Ben, sen ve Pınar oturup stranlar eşliğinde ülkemizi, dağlarımızı adım adım gezdik. Saatlerce saz çaldım. Eşlik ettiğin bir sürü stran söyledik. Kâh hüzünlendik kâh güldük ve neşelendik. ‘Çi çeme çeme’ en sevdiğin şarkılardanmış. Bir de doya doya sohbet ettik, umutlarımızdan, amaçlarımızdan konuştuk. “Yağmurda da koşarım. Toprağı koklar kayalıklardan düşen taşlara dokunur öperim. Dağlar kutsal mabedimiz, onlar sonsuza dek bizi koruyan, saklayan mekânlarımız” dedin ve sustun. Özlemdi bu sözler, derin bir özlem.

Mücadelemle ölümü öldürdüm

“Beni Dersim topraklarına gömün. Direnişin topraklarında ana kaynağına akmak istiyorum” diye vasiyet ettin bize. Sonrasında hüzünlü havayı dağıtmak için yine stranlarımıza sarıldık. O an ölüm yoktu. Ölüm öleli çok olmuştu bizler için. Ölüm devrimcilerin gülüşünde can vermişti. Onlar, hep yaşayacak olan ölümsüzlerdir. Beni daha yakınına çağırarak yüzüne masaj yapmamı istedin. Başın dizlerimde ben yüzüne, Pınar da ayaklarına masaj yapıyorduk. Bedenin şişmişti ama bir kelebek kadar hafiftin. Eğilip alnından öptüm. Hafifçe dokunurken incitmeden sendeki direnişi ruhuma emanet çekiyorum. Sen de hissettin o an. Başını kaldırıp gözlerini kırpmadan gözlerime diktin. Tebessüm ediyordun uzun uzun. Bana baktın ve daha derin bir gülümseyişe dönüştü tebessümün. Umut, dolu dolu yaşanmışlıklarla parlayan gözlerinde öyle kocamandı ki. Tıpkı mülteci Mexmûrlu çocukların gözleri gibi. Bestelere, filmlere konu olacak bir Kürt kadınısın. Ve yine ve yine parlıyordu gözlerin, tıpkı özgürlük çiçeği gibi. Pınar ile yamacına çömelmiştik. Üçümüzün nefesi birbirine karışıyordu. Acılarımızı, sevinçlerimizi, amaç ve umutlarımızı tek nefeste soluyorduk. Derin bir nefes alarak bir elinle Pınar’ın, diğer elinle benim elimi tuttun. Son sözlerini söylemek istercesine, “Şehit düşüyorum ama ölümden korkmuyorum. Ben olduğumda ölüm, ölüm olduğunda ben olmayacağım. Ölüm yok yani. Direnişle dolu bir hayat yaşadım. Mücadelemle ölümü öldürdüm. Bu yüzden korkmuyorum ve huzurluyum” dedin. Saate baktım: 16:45’i gösteriyordu. Tarihlerden 2 Mayıs idi. Direnişi ile ölümü öldüren yüce kadın, bütün zamanlarıyla bizi de hapsetmişti sonsuz arayışlarına.

Ben varken ölüm, ölüm varken ben yokum”

Dokuz gün sonra yanımdaki bir arkadaşıma mesaj geldi: “Aysel Doğan heval şehit düştü.” O an bedenim dondu ve sadece titredim. Tek yapabildiğim heval Aysel’in evine doğru yol almaktı. Donan ruhumdan tek bir söz çıkmıyordu. Tıpkı ilk tanışmaya gittiğimdeki gibi. O zaman sıcaktı şimdi ise soğuk… Onunla 11 Mayıs günü tanışmıştım. Ve o, yine bir 11 Mayıs günü bizimle vedalaşmıştı. Ulaştığım evin kapısını artık kim açacaktı? Ve içerideyim. İçerdekiler ile sessizce selamlaşıp  sarıldık. Heval Aysel’in uzandığı yatağa oturdum. Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim. Sesinin yankısı sinmişti duvarlara. Buradaydı, duyabiliyordum. Dokuz gün önce söylediğimiz şarkılarımızın ezgileri hala canlıydı. Ve yine bana baktı, gözlerimin ta içine: “Ben ölmedim ki Bermal. Ben varken ölüm, ölüm varken ben yokum” diyordu. Aysel Doğan yoldaşın cenazesi Kürdistan’da direniş ruhuyla, gururla karşılandı. Binlerce kişi  Aysel olup alanlara aktı. Bilge kadını, hayat öğretmenlerini bağırlarına basmışlardı. Aysel, milyonlar olup aktı ana toprağına. Varsın zalimin zulmü artsındı, varsın cansız bedenlerimizden bile korksundu, baki olan vefaydı, onurdu, umuttu, direnmekti.    Ve şimdi tarih direnen kadınların ruhunda yaşıyor ve can buluyor. Saralar, Zarifeler, Ayseller’in mücadelesi ile özgürlük ile taçlanıyor.