Barışın inşası ve kadınların rolü

- Sara AKTAŞ
43 views
Dünyanın neresinde olursa olsun çatışma ve savaş, toplumlar üzerinde derin yaralar açarken, barışın inşası uzun ve zorlu bir süreci gerektirir. Toplum üzerinde uzun vadeli ve karmaşık etkilere sahip savaş ardından yaşanacak barış ekonomik, sosyal, politik ve kültürel boyutları olan çok yönlü bir meseledir.

Savaşın yol açtığı yıkımı, tahribatları ortadan kaldırmak kadar, eskiye dönüşün önünü almak da bir o kadar önemlidir. Bu nedenle ve bununla birlikte, bu süreç aynı zamanda yeniden yapılanma ve inşa sürecidir. Kuşkusuz barış, sadece silahların susmasıyla sağlanmaz. Toplumlar, geçmişle yüzleşmeden, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmadan barışı sürdüremez. Nitekim Uluslararası Barış Antlaşmaları Enstitüsü kurucusu Prof. Dr. Johann Galtung’un şiddeti yapısal olarak kavramsallaştıran görüşleri bu noktada dikkat çekicidir. 

Barış sadece savaşın yokluğu değildir

Galtung’a göre “yapısal şiddet” açlık, bakımsızlık, hastalık, çevresel tahribat, dışlanma ve özgürlüğün yitirilmesi gibi olgularla ilişkilidir. Bu nedenle barışı yalnızca savaşın yokluğu olarak değil, her türlü şiddetin sona ermesi olarak tanımlamaktadır. Gücün şiddete dönüştüğü her durumda, iktidar ve baskı mekanizmalarının etkisini göz ardı etmeden, en başta cinsiyetçiliğin oynadığı rolü kabul etmek kalıcı çözümlere ulaşmayı sağlar. Dolayısıyla her savaşın barış sürecine dönüşmesi kadar, bu sürecin kimler tarafından ve nasıl şekillendirildiği de büyük önem taşır.
Tarih boyunca devletler böylesi süreçlerde çoğu zaman geçmişin acılarını örtbas etmeye çalışmıştır. Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası, Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarından, Latin Amerika’daki diktatörlükler, Güney Afrika’daki apartheid rejimi, Kongo, Ruanda gibi ülkelere kadar unutturma resmi bir devlet politikası olarak işlemiştir. En fazla da kadınlara yönelik suçlar yok sayılmıştır. Kimi yerlerde ancak kadınların kendi hakikat mücadeleleri sonucu gerçek bir yüzleşme yaşanabilmiştir. Japonya’nın II. Dünya Savaşı sırasında Çin, Kore, Malezya, Singapur ve Filipinler’de uyguladığı sistematik cinsel şiddet suçları, yıllar sonra 1990’larda sivil girişimlerin mücadelesiyle hesaplaşma sürecine girmiş; 2000 yılında Tokyo’da düzenlenen uluslararası kadın mahkemesinde seks kölesi olarak kullanılan kadınlar tanıklık yaparak Japonya’nın insanlık ve savaş suçu işlediğine hükmetmiş ve konferans geçmişle yüzleşmede önemli bir sembol olmuştur. 

Kadının barış süreçlerinde de adı yok!

Kadınlara karşı suçların görünür kılınması kadar, kadınların bizzat barış sürecine dahili de önem taşımaktadır. Dünya genelinde barış süreçlerinde kadınlar, resmi müzakerelere dahil edilmemekte ve politik karar alma süreçlerinden dışlanmaktadır. Örneğin, 1990-2012 yılları arasında gerçekleştirilen 102 farklı barış sürecinde kadınların katılım oranı sadece yüzde 8’dir. Toplumlar, geçmişle yüzleşmeden, adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmadan barışı sürdüremez. Dolayısıyla barış mutabakatlarında kadınların yer almaması, savaş sonrası dönemde de kadınlara yönelik cinsiyet eşitsizliğinin, şiddetin sürmesi-devamı anlamına gelir. 45 barış süreci ve 300 anlaşmayı kapsayan bir araştırmaya göre, bu anlaşmaların yalnızca yüzde 18’i savaş döneminde kadınlara yönelik işlenen suçları ele almıştır. 102 farklı barış sürecinde imzalanan 582 anlaşmadan sadece 92’si (yüzde 16’lık bir orana tekabül eder) kadınların sorunlarını doğrudan içermektedir.

Devrim liderleri bile gerekli görmedi

Çatışma süreçleri ve sonrasında kadınların göz ardı edilmesine tepki olarak son 20 yılda kadınların barış süreçlerine katılım yönündeki çabaları artırmış, kadın hareketleri, savaşların ve şiddetin erkek egemen sistem tarafından beslendiğini fark ederek uluslararası ağlar oluşturmuş, bu mücadele sonucu Birleşmiş Milletler 2000 yılında kadınların barış süreçlerine katılımını destekleyen ve bağlayıcılığı olan 1325 sayılı kararı kabul etmiştir. Aynı yıl Avrupa Parlamentosu da üye ülkelerin gözlemci ve arabulucu heyetlerinde cinsiyet eşitliğini gözetmelerini tavsiye eden bir karar almıştır. 1820 (2008), 1888 (2009) ve 1889 (2009) sayılı kararlarla, kadınların barış süreçlerine katılımına dair daha fazla adım atılmıştır. Ancak bu kararlar, erkek egemen anlayış nedeniyle çoğu zaman yeterince uygulanmamış ve göz ardı edilmiş, kağıt üzerinde kalmıştır. 

El Salvador, Sri Lanka, Afrika deneyimleri

Örneğin, El Salvador’daki devrim sürecinde aktif bir savaşçı ve milletvekili olan Lorena Peña, kadınların barış sürecine dair taleplerini sunduklarında devrim liderlerinin bu listeyi okumaya bile tenezzül etmediğini belirtmiştir. Kadınların barış süreçlerine dahil edilme mücadelesine bir diğer örnek Sri Lanka’dır. Sri Lankalı kadınlar, resmi barış görüşmelerine katılmak için büyük çaba göstermiş ancak sadece toplumsal cinsiyet komisyonuna dahil edilmişlerdir. Doğu Timor, Güney Afrika ve Kongo’daki kadın hakları hareketleri de sınırlı fon ve destek nedeniyle etkili olamamıştır. Kenya ve Burundi’deki kadınlar, resmi barış görüşmelerine katılamayınca kendi barış konferanslarını düzenleyerek çözüm üretmiştir. Güney Afrika, Peru ve Sierra Leone’deki hakikat komisyonları, kadınların kendi hikâyelerini anlatmalarını sağlayarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin çatışma dönemlerinde nasıl derinleştiğini ortaya koyan önemli raporlar hazırlamıştır. 

Kürtlerin barışı ve kadınların çabaları 

Ülkemizde son elli yıldır devam eden savaşın yıkıcı etkilerine rağmen barış, toplumsal bir iradeye dönüşerek kendini dayatmıştır. Mücadele sona ermiş değildir; aksine halkın devrimci enerjisi kapitalist modernitenin tüm biçimlerini aşarak, daha kapsamlı toplumsal ve siyasal bir mücadele sürecine evrilmektedir. Arkasında derin toplumsal yarılmalar, hukuksuzluklar, acılar, linç kültürü bırakan sancılı bir sürecin sonunda kalıcı bir barış için henüz yolun başındayız. Juan E. Méndez’in işaret ettiği gibi, uzlaşı ve barış süreci yalnızca kararnameler ve söylemlerle sürdürülebilecek bir süreç değildir. Geçmişin baskı ve buna karşı direniş dönemlerinde açılan yaralar ancak uzun soluklu bir iyileşme süreci ve yapısal dönüşümlerle sağlanabilir.
Bu noktada en önemli husus, dünya deneyimlerinden de hareketle kadınların katılımıdır. Kadınların barış süreçlerine dahil edilmesi yalnızca savaş mağduru oldukları gerçeğiyle açıklanamaz. Kalıcı barış ve adalet, yalnızca çatışma sürecinin sonlanması, savaş sürecindeki ihlallerin giderilmesiyle sınırlı kalamaz. Aynı zamanda bu ihlallere zemin hazırlayan toplumsal yapıların dönüştürülmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğini merkeze alan bir inşa süreci için de elzemdir. Ve her şeyden önemlisi, barış süreçleri yalnızca erkeklere bırakılamaz. Kadınların dışlandığı barış süreçleri, eski iktidar ilişkilerini yeniden üretirken, toplumsal adaletsizlikleri derinleştirmekte ve yeni çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Oysa kadınların aktif rol aldığı barış süreçleri, yalnızca silahların susmasını değil, toplumsal eşitliği, adaleti ve gerçek anlamda bir dönüşümü hedefler. Deneyimle sabittir ki kadınların bulunduğu süreçler, yapılar daha şeffaf, adil ve kapsayıcı olabilmektedir. 

Kadın renginde bir barış 

Diğer deneyimlerden ayırt edici bir yan olarak, Kürt Özgürlük Hareketi’nin başından itibaren cinsiyet özgürlükçü paradigmayı benimsemesi, Kürt Kadın Hareketi’nin örgütlü, güçlü yapısı barış sürecinin böyle bir karakterde şekillenmesi için elverişli bir zemin sunmaktadır. Türkiye ve Kürdistan’da gelişecek barışın kadın rengini taşıyacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede hem Kürt Kadın Hareketi’nin hem de Türkiyeli kadın örgütlerinin dünya deneyimlerinden de sonuçlar çıkararak, ortak platformlarda güç birliği yapması ve sürece etkin bir şekilde müdahil olması kaçınılmazdır. Kürdistan ve Türkiye’de kadınların barış mücadelesinin de bir tarihi vardır. Kürt kadınlarının oluşturduğu Barış Anneleri İnisiyatifi (1993), yine Türkiyeli kadınlarla birlikte oluşturulan Barış İçin Kadın Platformu ( 1996), Arkadaşıma Dokunma (1993), Barış İçin Kadın Buluşmaları (2004) ve Vakti Geldi (2005) gibi yapılar, bu mücadelenin önemli örneklerindendir. Özellikle 2009’da yeniden kendini yapılandıran Barış İçin Kadın Girişimi (BİKG) önemli çalışmalar yaptı. Bu halkalara son olarak 27 Şubat 2025’te ilanı yapılan “Barışa İhtiyacım Var” İnisiyatifi de eklendi. Tüm bunlar önemli olmakla birlikte, bu çabaların yeterince güçlü olmadığı, bu girişimlerin derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerektiği açıktır. 

Sürecin risklerini unutmamak

Her şeyden önce bu süreç çetrefilli ve çok katmanlı bir süreçtir. Örneğin, 2013’te Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in Paris’te katledilmesi, barış sürecinin kadınlar için ne denli riskler taşıdığını ve bu sürecin kolay olmayacağını gözler önüne sermiştir. Kadınlar, savaşın en büyük mağduru oldukları gibi, barışın inşasında da kritik aktörlerdir.  Dolayısıyla kadınların barış süreçlerine katılımı, sadece savaşın yaralarını sarmak veya mağdurların sesi olmakla sınırlı değildir; aynı zamanda savaşları ve şiddeti üreten yapıları kökten dönüştürmenin anahtarıdır. Bu nedenle, barış süreçlerinde kadınların eşit temsili, sadece katılımı da değil öncüsü olma, bir lütuf ya da ayrıcalık değil, barışın sürdürülebilirliği için bir zorunluluktur. Kadınlar olmadan kurulan barış, yalnızca bir ateşkesten ibarettir ve adil bir dünya, ancak kadınların direnişi, mücadelesi ve inşasıyla mümkündür.