‘Bu kez Ezidîler kaybetmeyecek’

- Rojbîn DENÎZ
311 views

Dayê Xunav Ezidîler’de yeri ve adı olan bir kadın. Bunun nedenini heybetinden anlamak mümkün. Fermanı sorduğumuzda, “Bütün dünya biz Ezidîler’e bir ferman yapıldığını biliyor. Tekrar anlatmanın bir anlamı var mı?” diye soruyor?  Evet var, bütün dünya Ezidîler’e yapılan fermanı tekrar tekrar duysun. Hatta öyle ki o kadar çok söyleyelim ki dünya unutmak istese de unutmasın” diyoruz. Beklenti içeren bu yanıtımızdan sonra, yüzünde bir tebessümle bakarak başlıyor anlatmaya.

– İlk bölümü Kasım Sayısında yayınlanan hikayenin ikinci ve son bölümü-

“Büyüklerimiz bize hep fermanlardan bahsederlerdi. Bir gün gelecek Şengal’e büyük bir saldırı olacak. Binlerce Ezidî katledilecek, kaçırılacak ve sonrasında fermanın sancıları devam edecek. Ama bu kez Ezidîler kaybetmeyecek diyorlardı. Onun için DAIŞ saldırdığında, biz Şengal’de yaşayan bütün Ezidîler, büyüklerimizin bize anlattığı o büyük  fermanın geldiğini  anladık. Fakat yine de böyle hızlı ve kapsamlı geleceğini beklemiyorduk. Hatta birçok kişi, tüm Şengal’i içine alacak büyüklükte bir ferman olduğuna ilk etapta inanmadı. İlk saldırıda eğer herkes büyük fermanın olduğuna inansaydı, belki de binlerce kişi DAİŞ’in eline geçmezdi” ifadeleriyle başlamıştı anlatmaya ve birden  başa döndü, kendi hikayesine…
“Bu arada benim adım Xunav Çiyayê Şengalê olsun. 55-60 arası yaşlardayım. Faqirler katmanındanız. Aşiretimiz Zero. Ailemle Til Ezer’de yaşıyorduk. 4 oğlum ve bir kızım vardı. Hepsi evliydi ve çocukları vardı. Toplamda 15 kişiydik.
Biz dağlarda büyüdük. Ben çeşmesi olan Qasimê Eydo köyünde büyüdüm. Saddam Hüseyin ferman çıkardı ve hepimizi dağlardan indirdi. Daha dün gibi hatırlıyorum. Dağların yamaçlarında bulunan  Qesapka, Werde, Sikine, Ziravke, Adika, Cidale, Heyal, Kızılkent, Solak, Qinemerka, Bitone köyleri, Şengal dağlarını çevreleyen köylerdi. Şengal o dönemlerde bir köy gibiydi. Köylerimiz dağların hemen eteklerinde, yamaçlarında ya da dağın kendisinde, derin vadilerinde yer alıyordu. Saddam geldi hepimizi o köylerden indirdi. Bizi ovalara, çöllere sürdü.  Saddam köylerimizi bizden zorla satın aldı. Evlerimize karşılık 450 bin dinar verdiler. Evlerimizi elimizden aldıktan sonra, silahlarımızın hepsini toplayıp yasakladılar. Bizi Arap çöllerine götürüp Araplar’ın ortasına bıraktılar. Mecbur orada bir hayat kurmak zorunda kaldık. Çöllerin ortasında yeni köylerimizi kurduk. Ezidîler 1975’te dağlardan inerek Arapların şehri olan Baac’a yakın Til Ezer köyünü oluşturduk. Til Ezer dağlara bakıyordu. Etrafında Siba Şêx Xıdır ve Gir Zerik var. 50 küsür yıllık olan köylerimizin ömrü çok uzun olmadı. Ezidîler o çölün ortasına yerleşerek yaşamlarını kurdu. Köylerimiz 50 yılın ardından  2014’te bu kez de DAİŞ’ın saldırılarıyla virane oldu. Binbir emekle yarattığımız köylerimizden bizi sürdüler, yok etmek istediler.

Kapımıza bir ferman dayandı

Musul’a yapılan saldırı ile kapımıza bir fermanın dayandığını tahmin ediyorduk. Evlerimizde korkuyla fermanın gelmesini bekliyorduk. Ciddiye almayanlar bizimle alay ediyordu. Ama herkes kulaktan kulağa kısık bir sesle DAİŞ’ın ağır bir ferman getireceğini fısıldıyordu. Gir Zerik ve Siba Şêx Xıdır bize yakındı. DAİŞ, Siba Şêx Xıdır’a ve Gir Zerik’e saat gece 02’de saldırdığında, haberi bize sabah ulaşmıştı. Çatışma sesleri geliyordu ama durum tam olarak nedir bilmiyorduk. Durumu sabah anladık. Ezidîler’e saldırılar başlamıştı. Biz de toplandık, sabah saat 09 civarıydı. Akrabalarım olan sekiz aile ile birlikte kaçtık. Til Ezer’den dağın yamacında olan Cidale köyüne kadar yürüyerek kaçtık. Yollar insanlarla doluydu, her yaştan insan canını kurtarmak için ovadan dağlara doğru giden tüm yollara, hatta çöle vurmuşlardı. Dağlara doğru bir insan seli akıyordu. Yazın sıcaklığı, çöl toprağı, dağ silsilesi boyunca uzanan ovada büyük bir toz bulutu oluşturmuştu. İnsanlar duydukları karşısında büyük bir dehşete düşmüşlerdi, kafası kesilen insanlar, tecavüze uğrayan kadınlar, parçalanan çocuklar ve daha birçok şey duymuştuk ve bütün bunlar bizi dehşete düşürmüştü. Herkesi öyle bir korku sarmıştı ki insanlar arkasına bakmadan koşar adımlarla dağlara ulaşmaya çalışıyorlardı. Toprağa basan her adım arkasında tozlu sis seli oluşturuyordu. Ben ve ailem de o toz bulutunun içinde, hızlı adımlarla dağlara doğru yol almıştık. Yönümüzü dağlara verdik. Bizim için Şengal dağları altın gibidir. Ferman olduğunda her bir Ezidî’nin ilk düşündüğü şey dağlara ulaşmak oldu. Biz dağlarda ölmeyi başkalarının yurduna gitmeye tercih ediyoruz. Bizim için Şengal dağı şeref ve namustur. Dağları bırakanlar köksüzlüğü kabul ettiler.  Fermanı öngören büyüklerimiz, ‘büyük ferman geldiğinde dağlara sığının, başka hiçbir yere gitmeyin. Olur da dağlardan uzağa düşerseniz o vakit Ezdalık kalmayacak. Biz Ezidîler’in dağlardan başka dostu ve sığınağı yoktur, başka yerleri yurt bilmeyin sakın’ diye öğüt verirlerdi. Ve bugün yaşananlar onları ne kadar da haklı çıkartıyor.

Peşmergeler kaçmış, gerillalar ise ferman yerine gelmişti

Yüzlerce insan Cidale köyünde toplandık. Cidale köyü, dağın yamacında, dağı ovadan koparan bir noktadaydı. Şengal’in güneyine düşüyordu. Dağ yamacı boyunca sıra köyler vardı. Cidale’nin güney tarafında Werte, kuzey tarafında Heyale ve sonra Sikine köyü geliyordu. Ve insanlar ilk olarak kendilerini bu köylere attı. Köy sakinleri bizi köylerine kabul etti. Til Ezer ve Gir Zerik’ten kendini kurtarabilenler Cidale köyüne gelmişti. Cidale köyünde çok sayıda insan vardık. İnsanlar Cidale köyüne ulaşmak için her yerden koşup geliyorlardı. Yolda oluşan toz bulutunun gölgesinde düşen cansız insan bedenleri, insanların geçtiği patikaların kenarında duruyordu. Kadınlar çığlık çığlığa geride bıraktıkları için ağıtlar yakıyor, çocuklar korku ve açlığın göz yaşlarını döküyor ve yaşlılar ulaştıkları yolun zorluğunu zaman kazanmaya çalışarak geçiyorlardı. Cidale köyü on beş gün boyunca birçok şeye tanık oldu. Geride kalanların yasını tuttu ama umutsuz düşmedi. Bu bizim için önemliydi. Biz Cidale köyünde Deriyê Geliyê Hesina’yı yani dağlara uzanan vadiyi üzerimize yorgan gibi geçirmiştik ve orada saklanıyorduk. Çok kalabalıktık, neyse ki yanımızda gerillalar vardı ve bizi koruyorlardı. Kendimizi orada güvende hissediyorduk. Gerillaları yeni görmüştük ama öncesinden onların ismini duymuştuk ve bizi koruyacaklarına inanıyorduk. Şengal’de olan KDP peşmergeleri kaçmıştı. Gerillalar ise tersine fermanın olduğu yere gelmişti. Bu durum herkeste bir tek gerillaların bizi koruyacağı fikrini güçlendiriyordu. Onlar, fermanın en başından beri hep yanımızda oldular. Cidale köyüne üç gerilla yetişebilmişti. Dağlara çıkan tüm yollarda mevzilenmişlerdi, halkı koruyorlardı. Sayı olarak azlardı ama cesaretleri bize güven veriyordu.  Üç gerilla, eli silah tutan gençleri mevzilendirdi. Onlara silahın nasıl kullanılacağını, düşmana karşı nasıl savaşılacağını öğretiyorlardı. Gerillaların bize verdiği cesaretle on beş gün Cidale köyünde korunduk. DAİŞ etrafımızda gelip gidiyordu ama Cidale köyüne giremiyordu. Civar köylerdeki Araplar bize para karşılığında erzak getiriyorlardı. DAİŞ ile bağlantıları olduğunu biliyorduk, ama erzak ihtiyacımız vardı. Onları Cidale köyüne sokarken dikkat ediyorduk. DAİŞ onlar aracılığıyla bize, ‘eğer Müslüman olurlarsa onları affedeceğiz, ama eğer kabul etmezlerse hepsinin kafasını keseceğiz. Kadınları ve kızları kendimizle götüreceğiz’ mesajını iletiyordu. DAİŞ, köyde ne kadar insan olduğuna dair istibarat toplamıştı. DAİŞ 15 gün boyunca Cidale’ye ara ara  saldırdı ama hiçbir mevziyi alamadı. On beş gün sonra, Werte tarafına bakan mevzi, DAİŞ’in yoğun saldırısına dayanamadı. Werte’de olan bazı Arap aileleri bize ihanet etmişti. Cidale’yi Werte tarafından savunan mevzinin düşmesiyle köyün içi bir yangın yerine dönüştü. Mermiler yağmur gibi geliyordu. Gerillaların tuttuğu taraf hala sağlamdı. Bir taraftan yoğun saldırı vardı. Akşamüstü geldiler. Gerillalar ‘biz sizi savunacağız, herkes köyün arkasından dağlara çıksın’ dediler. Kadınlar, çocuklar ve savaşamayacak durumda olan herkes dağlara çıktık. DAİŞ’liler bizi doldurup götürmek için kamyonlarla gelmişlerdi.

Bir ferman yaşadık ve hala o fermanın içindeydik

Gerillalar ve eli silah tutan gençler DAİŞ ile savaştı. Onlar bizi savundu biz de dağlara vurduk. Akşamüstüydü, hava hafifçe kararıyordu. Yolları seçmek zorlaşıyordu. Biz sayı olarak çoktuk. Gelinlerim ve torunlarım vardı. Küçük çocuklar çoktu. Vadide insan sesinden bir nehir akıyordu. O gün, henüz saldırı başlamadan önce hamur yoğurmuş ve ekşimesini bekliyordum. Ateş yakmaya başlıyordumki her taraftan çığlıklar ve mermi sesleri yükselmeye başladı. DAİŞ’in köye girdiğini anladım. Hamur leğenini güzelce sardıktan sonra başımın üzerine aldım. Bir yaşındaki torunumu da koluma alarak vadinin dağlara çıkan tarafına doğru koşmaya başladım. Oğullarım ve kızlarım ‘anne sen koş, hepimiz geliyoruz, kimse kalmadı, herkes kaçmayı başardı’ diye arkamdan sesleniyorlardı. Başımın üstünde hamur leğeni, kolumda bir yaşındaki küçük torunumla, yanlışlıkla bir uçuruma kadar gitmiştim. Orada sıkışıp kalmıştım. Ne ileri ne de geri gidebiliyordum. Yardım istedim, her yer yangın yeriydi. Çatışma sesleri ve bağırışlar arasında kimse sesimi duymadı. Yolun sonuna geldiğimi düşündüm. Dağlarda ölmeyi kendim için onur görüyordum ama yanımda henüz bir yaşında çocuk vardı ve ben o çocuğu kurtarmalıydım. Bir süre öylece kaldım. Sonra yukarıdan bana seslenen oğlumun sesini işittim. Ben de ona seslendim. Yukarıdan yardımıma geldi. Başımdaki hamur leğenini,  kolumdaki torunumu aldıktan sonra elini bana uzattı. ‘Olmaz, beni taşıyamazsın, küçük adımlarla geriye gidip, karşı yamaçtan geleceğim’ diye itiraz ettim. Taşlara çarpan mermileri duyuyordum. Geriye dönmem gittikçe zorlaşıyordu. Oğlum, ‘Seni buradan çıkartabilirim, yeter ki elini ver bana’ diye ısrar etti. Geri dönemiyordum, ya oğlumun elini tutup yukarı çıkacaktık ya da birlikte uçurumdan düşecektik. Biliyordum, oğlum bensiz gitmeyecekti. Mermi sesleri gittikçe yakınlaşıyor ve yoğunlaşıyordu.  Elimi oğluma uzatıp sıkıca tuttum. Tüm gücüyle beni yukarı çekmeye başlayan oğlum, nihayetinde beni o uçurumdan ve mermi yağmurundan kurtardı. Yukarıya doğru yol aldık ve  mermi yağmurunun içinden can havliyle koştuk. Yukarı çıkarken beş gençle karşılaştık. ‘Aşağıda ne oluyor’ diye sorduk. Gençler aşağıdakilerin ‘gidin dağdakilere söyleyin korkmasınlar, onlara bir şey yapmayacağız, aşağı insinler’ dediklerini iletti. Belli ki onları bilinçli vurmamışlardı. Onlarla birlikte bize mesaj göndermişlerdi. Bir ferman yaşadık ve hala o fermanın içindeydik. Bize ferman yapanlar bizden onlara inanmamızı istiyorlardı. Bu mümkün mü? Hiçbir Ezidî o saatten sonra ne DAIŞ’e ne de bize ihanet edenlere inanmaz.

‘Kutsal mekanımızı düşmana bırakmayız’

Dağlara çıkarken, aşağımızda yoğun bir çatışma vardı. Sesler bize çok yakın geliyordu. Bir süre orada oturup olan bitene kulak verdik. Cidale köyünde, aynı zamanda bizim kutsal mekânımız olan Qiba Şexmend de vardı. Köy sakinleri ve biz köye sığınanlar, on beş gün boyunca kutsal mekanımızı koruduk. O gece onu bırakmak zorunda kaldık. Aşağıdan gelenler köy sakini olan bir ailenin Qibe’yi koruduğunu ilettiler. Aileyi tanımıyorum. Yukarıdayken ‘hol hola melekê tawus’ diye tilili atan kadın sesleri geliyordu ama tam olarak ne yaşandığını anlamıyorduk. Geceydi, ‘gece en uzaktaki sesleri de getirir’ derler ya, işte tam da öyleydi. Yukarıda, dağların içinde oturup aşağıdaki sesleri dinliyorduk.   En çok kadın sesleri vardı. Her gelene o kadın seslerinin ne olduğunu soruyorduk ama kimse bilmiyordu. Sonra koyunları olan bir adama sorduk. ‘Eşim ve kız kardeşim Şêx Mend’i DAİŞ’lilere karşı BKC ile koruyorlar. Bana, sen koyunları dağlara çıkart, biz senin savunmanı yapacağız, kutsal mekanımızı düşmana bırakmayız dediler ve ikisi Qiba Şêx Mend’in yanında mevzilendiler. Mecbur onları bırakmak zorunda kaldım’ dedi. Duyduklarımız karşısında şaşırmıştık. Ezidîler’in tarihinde savaşan kadınlar olmuştu ama bu fermanda, bu denli yakınımızda olmasına şaşırmıştık. Onların seslerini duyuyorduk.”

Güneş doğuncaya dek savaştılar

Dayê Xunav olanları tekrardan yaşıyormuş gibi canlı ve akıcı anlatıyordu. Bazen hikayenin en sıcak ve can alıcı yerinde duruyor ve tütün tabakasını çıkartıyor, yaprağa serpiştirdiği tütünleri ince hareketlerle sarıyor. Yaktığı sigarasından derin bir nefes çektikten sonra kaldığı yerden devam ediyor. “O gün Cidale köyünde büyük bir direniş vardı. Gerillalar, silahı olan herkes ve kadınlar direndi. Güneş doğuncaya dek savaştılar. Az sayıda olmalarına rağmen dağa çıkan yolları gerillalar korudu. O gün Cidale’de kaç insanımız canını yitirdi bilmiyorum ama çoğumuzun kurtulduğunu biliyorum. Dağlara serpildik. Sabaha kadar zılgıt sesleri eşliğinde savaşan o iki kadına ne oldu bilmiyorum. Ama o savaştan kurtulup gelenler, o iki kadının otuza yakın DAIŞ’liyi vurduğunu anlattı. Onlar o gece dilden dile dolaşan efsane oldu. O gecenin kahramanları o kadınlar ve gerillalardı. İsimsiz iki kadın.  Bir tek Cidale köyü onların direnişine tanık oldu. O iki kadına ne oldu kimse bilmiyor. Bazıları ‘DAIŞ’in eline geçtiler’, bazıları ise ‘son mermilerine kadar savaştılar ve orada şehit düştüler’ dedi. DAIŞ’in eline geçen bazı insanlar köy meydanında vurulmuştu ve cesetleri paramparça edilmişti. Bunların hepsi duyumdu. Sonrasında Cidale köyüne hiç inmedik. Biz gün doğmadan oradan uzaklaşmak zorunda kaldık. DAIŞ o gece sabaha kadar saldırdı ama dağlara ulaşamadı. Hepimiz dağlarda güvendeydik. Tüm dağların zirvelerinde, vadilerinde insanlar vardı. O gerillalara ne oldu bilmiyorum. Onları orada hiç görmedim. Gerillalar dağa çıkan yolları bırakmadı. Sonuna kadar orada kaldılar. DAIŞ’liler aşağıdan havanlar atıyor, rasgele yukarılara mermi sıkıyorlardı. Yanımızda bir kişi yaralandı. Tanıdığım birini  kaybettik ama genel olarak orada kaç insanımız yaşamını yitirdi bilmiyorum. Cidale köyündeki kutsal mekanımız Qibemizi sabaha doğru  patlattılar ve Cidale köyü tamamen DAIŞ’in eline geçti.

Bakışları göğe kilitli kalan çocuklar

Yönümüzü dağlara verdik. Ben ve ailem o günden sonra altı ay boyunca dağlardan inmedik. Cidale köyünün yukarısından sıra sıra dağları takip ederek Kerse’ye, oradan da Serdeşt tarafına geldik. Kerse’den Amud’a, Çilmera’ya yakın gidip geliyorduk. Zorlukları çoktu ama biz dağlardan inmedik. Hiçbir yere gitmedik. ‘Eğer ölüm kapımıza gelmişse biz o ölümü dağlarda karşılayacağız, başkalarının evinde değil, kendi yurdumuzda karşılayacağız’ diyorduk. Dağlarda kaldığımız altı ay çok zor geçti. Özellikle ilk dönemlerde su ve yiyecek konusunda sıkıntı yaşadık. Oğlum 40 litre su taşıyordu. Her gün dudaklarımızı ıslatmaya yetecek kadar su alıyorduk. Dağda geceleri çok soğuk oluyordu. Yayla havası geceleri soğuk gündüzleri ise çok sıcak oluyordu. Küçük çocuklar vardı yanımızda, onları ısıtmak sorundu. Hem soğuk hem de açlık çocukları çok etkiledi. Biz kadınlar çalı çırpı ya da kurumuş odun parçaları toplardık. Bir gün yine bir grup kadınla odun toplamaya çıkmıştık. Elimde ışığı iyi olmayan bir fener vardı. Bulduğumuz kuru ağacın dallarını koparmaya çalışırken, bir yılan üzerime atladı. Beni süzdükten sonra geçip gitti. Ağustos ayında yılan ve akrep türü tehlikeli sürüngenler çoktu. Yılandan korkmuştum ama tek derdim çocukları ısıtmaktı. Neyse ki odunlarımızı topladık ve çocuklara o gece güzel bir ateş yaktık. İlk kez dağda gece ısınmıştık. Elimizdeki su ve erzak tükenmişti. Aç ve susuzduk. Oğlum un vb. yiyecek bulmak için Kerse tarafından aşağıya indi. Henüz beş dakika geçmemişti ki bana seslendi. Koşar adımlarla gittim. Yamacı döndüğümde düz bir taşa yaslanmış, yaşları 6-7 arası dört erkek çocuğu gördüm. Dördünün bakışları göğe kilitli kalmıştı. Açlık ve susuzluktan ölmüşlerdi. İnsanlığın hafızasına kazınmış bir tablo gibi duruyorlardı. Oğlum gördüğü manzara karşısında şok olmuştu. Benim ise içim donmuştu. O tabloyu unutmak mümkün mü? O derin acıya bürülü görüntü beni sürekli takip etmekte, aklımdan hiç çıkmamakta. Her geçmişe gittiğimde, o taşın yanından geçerim. O çocuklarla ilgili hayaller kurarım. Orada oturan dört çocuğa ekmek ve su götürürüm. Beni gördüklerine çok sevinirler. Cansız çocuk bedenleri durumumuzu daha ağırlaştırıyordu. Annelerin yürekleri dayanılmaz bir hal almıştı. Bedenlerimiz susuzluktan kurumuştu, yasımızı tutmaya yetecek göz yaşlarımız yoktu. Loriler söylerdik. Bir tek sözcüklerimiz açlık ve susuzluğa aldırış etmeden akıp giderdi. Dağlar, biz anaların ortaklaştığı ve her şeye inat en cesaretli durabildiği alanlara dönüşmüştü.

Gerillalar ve şervanlar Şengal’i özgürleştirdi

Zaman ilerliyordu. Güvendeydik ama yaşam bizim için gün geçtikçe daha da zorlaşıyordu. Kerse’nin yukarısına ulaşmıştık ve oralara konumlanmıştık. Gündüzleri odun parçaları toplamak için  aşağılara iniyordum. Bir gün kurumuş bahçelere kadar indim. Uzaktan bir kadın ayağı gördüm. Yakınlaştıkça bedenin tamamını görmeye başladım. Yanına ulaştığımda, cansız bir kadın bedeni öylece ağacın dibinde duruyordu. Hemen yamacında ise genç bir kızın cesedi. Muhtemelen cansız yatan kadının kızıdır. İki kadın cansız bedenleriyle öylece o ağacın dibinde duruyorlardı. Ya vurulmuşlar ya da açlıktan ölmüşler. Karşılarında oturup küçük bir ağıt yaktım. Aradan 7 yıl geçti hala onlara bakıyorum. Hiç unutmadım ki zaten, unutamadım. Göğe bakakalan çocuklar ile bu iki kadının cansız bedeni fermanda hiç silinmemecesine hafızama kazınan fotoğraflardı. İnsan olan istese de unutamazdı. Kerse’ye konumlanmak iyi gelmişti. Kerse çeşmesine ulaşabilmiş, su ihtiyacımızı karşılamıştık. Oğlumun binbir zorlukla getirdiği un ile ekmek yaptım. Az da olsa açlık ve susuzluğumuzu gidermiştik. Herkesin küçük bir ekmek hakkı vardı. Ezda’mız bize yardımcı olmuştu. Gerillalar bize yardıma geldi. Cidale köyünde olduğu gibi, burada da bize yardıma koşanlar onlar oldu. Gerillalar ve şervanlar Şengal’i özgürleştirdi. Ailem ile birlikte Serdeşt’e yerleştik” deyip, acı dolu hikayesini anlatmıştı. Dayê Xunav, başından geçenleri anlatırken, bir yandan halkının başına getirilenlere karşı öfkesini sözcüklere yüklüyor, öte yandan kutsallıklarına sığınarak ayakta kalmış olmanın mağrurluğunu yaşıyordu. Büyüklerinin ‘dağlara sığının’ sözlerinin ne kadar da Ezidîler için hayati olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Ondan dolayı, “Ben dağlardan inmeyeceğim,  burası benim köklerimin yaşam bulduğu alanlar, Til Ezer’de Saddam’ın zoruyla  kurduğum kırk yıllık evime dönmeyeceğim, kendimi oraya ait hissetmiyorum. Bu dağlarda daha huzurluyum” diyor ve ekliyor.

Dağlara yaslandık, asla terk etmeyeceğiz

“Genel olarak hepimizde bir korku var. Bu, sadece Şengal’in değil tüm dünyanın korkusu. Bu dünyayı yaşanmaz bir duruma getirdiler. Yarını belli olmayan bir dünya yarattılar. Ama Ezidîler’in eskisi gibi savunmasız olmadığını da biliyorum. Örneğin buraya bir saldırı olursa, hepimiz kendimizi savunacak güçteyiz. Kadınlar silah kullanmayı öğrendi. Ben de öğrendim. Bugün kapıma bir savaş dayanırsa hiç tereddüt etmeden silahımı alır savaşırım. Yaşadıklarımız bize büyük bir ders verdi. Ferman bize ‘dağlarınızdan uzaklaşmayın yoksa bu toprakların kurbanları olursunuz’ dersini verdi. Gerillalar gelip Şengal’i özgürleştirdikten sonra, burada yani Serdeşt’te kalmaya karar verdik.  Kendimizi buralarda güvende hissediyoruz. Gerillalar gittiğinde çok üzülmüştüm. Ama onların eğittiği ve bizi saldırılara karşı koruyacak onlarca kervan vardı. DAIŞ biz Ezidîler’i bitirmek istedi ama başaramadı. Çünkü biz kaldık ve her geçen gün daha fazla güçlendik. Kendi topraklarımızda ve inancımızdayız. Şükür Allahıma ki kamplara gitmedik. O kampların durumunu görüyoruz, çok trajik ve onursuzca. Neyse ki biz yeniden mutluyuz. Dostluklarımız, komşuluklarımız, akrabalıklarımız var ve düğünlerimizi, yaslarımızı, bayramlarımızı beraber yapıyoruz. Hayat fermanda yaşadığımız acılarla ve ihanetten çıkardığımız derslerle şekil alıyor. Dağlara yaslandık, asla terk etmeyeceğiz. Şengal dağı anamızdır. Ezidîler dağlarına sırt çevirmemeli, yaşadığımız tüm fermanlarda bizi bir tek o dağlar korudu. Ola ki bir gün dağları unutan olursa, o vakit ölümün en vahşi yüzünü evine almış demektir. Kamplarda kalan Ezidîler dönmeliler. İhanetin koynunda, bir avuç toprağa yaptıkları çadırlarda yaşayarak onursuzluğu kabul ediyorlar. Ezidîler öyle korunamaz. Şengal dağında şehit düşenler, Berxe Koza’dırlar (Ezdalık için kendini feda eden kahraman  olanlardır). Dağlarda canını veren her insanımız bizim için kutsaldır. Her gün güneşe yüzümü dönerek önce ferman şehitlerine dua ediyorum, sonra da biz Şengal dağlarında kalanlara, Şengal’i koruyan gerillalara dua okuyorum.

Dağların kadınlarıyız

Biz dağların kadınlarıyız. Dağlarda korkumuz kırıldı, cesaretin zirvesini yaşadık” derken, yüzünde asılı kalmış inanca, iradeye ve cesarete hayran kalıyoruz. Dayê Xunav’ın anlattıklarıyla geçmişe gidip gelmiştik. Bu coğrafyanın kadınlarının, özellikle Ezidî kadınlarının geçmişlerinin belleklerinde canlı olduğunu dayê Xunav’ın binlerce yıl yaşamış gibi görünen halinden anladık. Anlatımının sonunda kederlenmişti. Yaşadıklarını, bizi de içine katarak tekrardan yaşamıştı. Bizler de onunla birlikte o günleri yaşar gibi olduk. Anlatımıyla öyle içten ve samimiydi ki bizi Cidale direnişine ve oradan dağlara, kalbinde sızı olan tüm acılara götürdü. Dayê Xunav’ın anlattıkları yaşanmışlıkların küçük bir parçası ama hepsinin özeti gibiydi. Başlangıcı ve sonu olmayan bir zaman kadınların belleğinde ve yüreklerinde akıp duruyordu. Hikayelerin sonsuz olduğunu bilerek, bir virgül koyuyor ve dayê Xunav’ın ellerini öpüp veda ediyoruz. Dayê Xunav, ellerini saçlarıma götürüyor yeniden. Yünden örüğü kast ederek, “Bunu hiç çıkartma, uzun saçların olacak ve sen de bir Ezidî kadını gibi güzel ve ihtişamlı olacaksın” diyor. Karşılıklı gülüşerek vedalaşıyoruz. Dayê Xunav asla unutamayacağım kadınlar arasında artık.