Direnişin anneleri

- Sara AKTAŞ
217 views
Devletli uygarlık tarihi, analık hukukunun egemen olduğu kadın merkezli toplumsal sistemden günümüze kendisine ve yarattığı hukuksuz düzene itaat etmeyenlere karşı her daim zulüm, işkence, baskı ve kanla beslenmiş; öldürmek, yok etmek konusunda doymak bilmez bir iştaha sahip olmuştur. Ahlaki politik toplumsal sistemin değerli ve güçlü anaları, iradesini yitirip, kendi gerçek doğasından uzaklaştığı oranda yaşam hakkı elde etmiş ve değer kazanmıştır.

Dolayısıyla analık sisteminin yok edilmesine ve kadınların köleleştirilmesine paralel olarak eşitlik, hukuk, ilke ve adalete dayanan analık sistemi de yok edilmiştir. Ancak, nasıl ki yeryüzünde analık sistemine dönük zulmün tarihi çok çok eskilere dayanıyor olsa da, anaların yani kadınların direniş tarihi de uzun bir geçmişe sahip. Konumuz bağlamında tarihin her döneminde söz konusu “annelik” olduğunda, anneler için erkek egemen sistemlerde yaşamanın ne olduğunun özeti belki de evlatlarının kemikleri peşine düşen analar ve yaşamak zorunda kaldıkları sınırsız acılar olmuştur. Diğer taraftan anneliğin kutsallığı toplumsal alandan siyasete, medyadan, dizilere ve köşe yazılarına kadar birçok farklı alanda yeniden ve yeniden kurulurken, erkek iktidarlarına ve devletli uygarlık sisteminin zulmüne karşı muhalif olanların anneleri ise hep lanetlenmiştir. Bu bakımdan erkek egemen toplumsal sistemde “kutsal” anneler aynı zamanda ulusun anneleri olarak tanımlanmış, egemenin otoritesine karşı çıkan çocukların anneleri ise “sözde” ve “terörist annesi” olarak damgalanmıştır. Böylece, annelerin acıları ve iktidarın bu acılardaki payı görünmez kılınmış, iktidar bu kutuplaşma ile yaşayan insanları meşru ve meşru olmayan hayatlar olarak ikiye bölmüştür. Bu ikilik, bazı insanların ölümünü “yas tutulmayı hak eden” diğerlerini ise “yas tutulmayı hak etmeyen” olarak kodlamıştır. Meşru ve meşru olmayan yaşamlar arasındaki ayrışma egemenliğin, iktidarın temel argümanı haline getirilmiş, annelerin yitirdikleri çocuklarının ardından döktüğü gözyaşları bile siyasi hale getirilmiştir.

Evladı üzerinden bir anneye yaşatılan işkence

Dolayısıyla erkek egemen iktidarların zülüm geleneği dünyanın dört bir tarafında sürerken, annelerin bitmeyen zulüm ve direniş hikayeleri de günümüze kadar hızından hiçbir şey eksiltmeden sürmüş, sayısız sanat ve edebiyat eserinin konusu olmuştur. Örneğin Michelangelo’nun 1499 yılında, henüz 24 yaşında iken, San Pietro bazilikası için yaptığı “Pieta” heykelinde yer alan figürlerden biri Meryem Ana figürüdür. Pieta; İsa’nın çarmıhtan indirildikten sonra, kucağında oğlu, ölü İsa’yı tutan Meryem’in resmedilmesine dayanıyor ve sanat tarihi boyunca acı çeken, haksızlığa uğrayan, katledilen anne ve çocuklarının sembolü olarak kabul ediliyor. Öyle ki İsa’nın bedeni üzerinde uygulanan ve Meryem’e yaşatılan işkence evladı üzerinden bir anneye yaşatılan işkence olarak okunmuştur. Dolayısıyla Nazi dönemi Almanya’sından, Arjantin, Guatemala gibi birçok Latin Amerika ülkesine ve yakın dönemde Sri Lanka ve Kürdistan’a kadar devletlerin muhaliflere ve devrimcilerin bedenlerine uyguladığı işkenceler, gözaltında zorla kaybettirme vb sayısız işkence biçiminin yarattığı binlerce Pieta örneği olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte Arjantin’deki Plaza de Mayo annelerinden Kürdistan ve Türkiye’deki Cumartesi ve Barış Annelerine kadar dünyanın her yerinde anneler, söz konusu çocukları olunca baştan aşağı direnç ve irade kesilmişlerdir. Kökleri binyıllar öncesindeki ana-merkezli toplumsallıkta aranabilecek bu saf ve sınırsız sevginin yarattığı gücün direniş rengi hiçbir zaman tamamen yok edilememiştir. Yani annelerin evlatları söz konusu olduğunda sınırsız fedakarlıkları ile nasıl öne çıktıklarına, politikleştiklerine ve bu bağlamda özgün toplumsal mücadeleler ortaya koyduklarına ve mücadelenin ön saflarında yer aldıklarına günümüzde de  tanık olmaktayız. Kendilerine atfedilen suskunluğu, edilgenliği bir yana bırakarak çocukları için sokaklara çıkan anneler, korkusuzca karakolları, mahkeme kapılarını, cezaevlerini dolaşıp, eylemlerde bir araya gelmiş, seslerini duyurmaya çalışmışlardır. İşte bu bitmeyen direnişlerin sayısız örneğine bir de Kürt annelerinin hikayelerinde rastlıyoruz. Annelerin geliştirdiği bu direnişlerin örgütlü hali Kürdistan ve Türkiye örneğinde Cumartesi ve Barış anneleridir.

Mücadelede yeni bir eşik

1995’de Kürdistanda kirli savaşın en çok boyutlandığı bir dönemde Kürt ve diğer feminist kadınların İHD ile ortaklaşarak başlattığı anneler öncülüğündeki Cumartesi oturma eylemleri annelerin toplumsal alandaki mücadelesi için yeni bir eşik olmuştur. 1980 darbesini takip eden ve devlet terörü ile şekillenen yıllar boyunca çok sayıda insan öldürülmüş, işkence görmüş, gözaltına alınmış ya da kaybedilmiştir. Kaybedilenler muhaliflerken bunlar içinde en tehlikeli görülenler ise Kürtler olmuş ve neredeyse gözaltında kayıpların tamamına yakınını onlar oluşturmuştur. Daha sonra 1995 yılında yaşanan bir kayıp olayı ise annelerin eylemselliği için bir eşik olmuştur. Emine Ocak’ın oğlu Hasan Ocak 21 Mart 1995’te gözaltına alınmış ve 58 gün sonra işkenceyle öldürülmüş bedeni kimsesizler mezarlığına atılmıştır. Bu cinayetin açığa çıkmasından sonra bu defa kayıp Rıdvan Karakoç’un da cenazesi bulununca, kayıpların sistematik bir şekilde sürdüğü daha net görülmüştür. Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç ilk kayıplar değildir kuşkusuz, fakat kanıtların bu kadar açık olması, devletin suskun kalması ve ardı ardına gelen kayıplarla durumun sistematikleştiğinin kamuoyunda öne çıkması toplumsal bir direnişin kadınların öncülüğünde ve “annelik” üzerinden inşa edilmeye başlanmasını beraberinde getirmiştir. Böylelikle ilk olarak 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü saat 12.00’de kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları “gözaltındaki kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın” talebiyle Galatasaray’da ilk kez oturma eylemi yapmıştır. Bu temelde Cumartesi Anneleri, örgütlenme ve hedefleri açısından bir sivil itaatsizlik eylemi olarak şekillenmiş, Türkiye ve Kuzey Kürdistanlı annelerin ortak paydalarda bir araya gelmesi ve dayanışma içinde mücadele etmesi açısından oldukça tarihsel bir anlam içermiş, anneler ortak bir toplanma alanı, eylem biçimi, ortak giysiler ve söylemler oluşturmuşlardır. Cumartesi Anneleri beyaz tülbenti Kürt kültüründeki özel anlamı olan barış sembolüne atıfla ortak bir sembol olarak kullanmış, annelerin, İstiklal Caddesinden her gün geçen milyonlarca insan tarafından tanınmasını sağlamıştır. Bu bakımdan Cumartesi Anneleri eylemi annelerin kamusal alanda görünür olmayı başararak, kaybolan çocuklarının hesabını sormak üzere başlattıkları, geleneksel ön yargıları ortadan kaldıran ve her kesimden ve kimlikten mağdur anneleri bir araya getiren tarihsel bir eylem olmuştur. Bu eylem Kürt, Türk, Ermeni, Alevi, Sünni çok farklı kimliklerden annelerin bir araya gelmesini ve birbirlerinin acılarına tanık olmalarını, birbirlerini tanımalarını sağlayarak toplumsal mücadelede önemli bir ivme yaratmıştır. 1995-1999 yılları arasında kesintisiz devam eden Galatasaray oturmalarının 170. haftasında, 15 Ağustos 1998’de başlayan güvenlik güçlerinin saldırısı ise, yedi ay sürmüş ve 31 kez gözaltılar yaşanmış, bu nedenlerle 13 Mart 1999’da oturmalara ara verilmiştir. 10 yıllık aradan sonra 31 Ocak 2009’da eylemler yeniden başlamış ve günümüze kadar sürmüştür.

Barış hareketi inşası çabası

1996’ya gelindiğinde ise giderek mücadelesinin boyutlarını nicel ve nitel olarak geliştiren Kürt kadınları dönemin savaş koşullarının yarattığı ihtiyaç üzerine Barış Anneleri İnisiyatifini kurmuşlardır. Kimi zaman misyonları birbirine karıştırılsa da Barış Annelerinin misyonu Cumartesi Anneleri’nden biraz daha farklıydı. Onlar Türkiye’nin farklı bölgelerinde eve gelen gerilla ve asker cenazeleriyle deneyimlenen acıyı yaşanan savaşın en vurucu etkisi olarak öne sürmüş, bu acıların ortaklığına vurgu yapmış, Türkiye’de savaşı bitirmek için yola çıkmış, bir barış hareketi inşa etmeye çalışmışlardır. İnisiyatif ulusal ve uluslararası arenada barış taleplerine meşruiyet kazandırmayı hedefleyerek, tıpkı Cumartesi Anneleri gibi Newrozlar’a ve 8 Martlar’a katılmış, ayrıca yurtdışındaki kadın gruplarıyla ve siyasilerle bağlantılar kurmuş, örgütlü olarak varoluşlarının ilk adımlarını atmışlardır. Diğer taraftan inisiyatif her ne kadar Türkiye’de savaştan etkilenen tüm anneleri kapsamayı hedeflemişse de daha çok Kürt annelerden oluşmuştur. Kürt kadınları inisiyatifi kurarken anneliği tüm kimliklerin üstünde bir kimlik olarak kabul etmiş, annelik kimliği üzerinden savaş karşıtı bir hareket örgütlenebileceğine inanmış ve elbette barışın Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da konuşulur olmasında pay sahibi de olmuşlardır. Nitekim inisiyatifin en çok ses getiren eylemlerinden biri 1999’da örgütledikleri Ankara ziyareti olmuştur. İnisiyatiften 40 kadın Diyarbakır’dan Ankara’ya “Geride kalanlar aşkına”, “Biz anayız barıştan yanayız” sloganlarıyla gitmiş ancak girişleri polis tarafından engellenmiştir. Yine 2004’te İstanbul, Diyarbakır, Batman, Urfa, Kızıltepe, Siirt, Nusaybin ve Antep’ten gelen 120 kadın başlarında beyaz başörtüsü ve ellerinde beyaz güllerle o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile görüşmek istemiştir. Eylemin sonunda Hilmi Özkök ile görüşemeseler de bu ziyaret kamuoyundaki görünürlüklerini hatırı sayılır bir şekilde arttırmıştır. Barış anneleri 2002’de Avrupa Parlamentosu tarafından davet edilmiş daha sonra 2005’te ise Barış Anneleri’nden Müyesser Güneş “Barış İçin 1000 Kadın” eylemi kapsamında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Bu çabalar Türkiye’de inisiyatifin görünürlüğü ve meşruiyetini arttırmada önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla Barış Annelerinin deneyimi göstermiştir ki diğer bütün kimlikler gibi annelik de dünyanın her yerinde olduğu gibi faşist rejimlerde bir mücadele alanına dönüşmekte ve toplumsal mücadelede önemli bir etki yaratmaktadır.

Annelik kimliğini parçalama girişimleri

Söz konusu annelerin direnişi olduğunda Türkiye örneğinde üzerinde durmamız gereken en önemli boyutlardan bir diğeri ise anneliğin hangi yöntemlerle politik ve iktidarsal söylemlerin malzemesi haline getirildiğidir? Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Şehit anneleri, HDP önünde oturan anneler… Hiçbirinin yürek acısı gözardı edilemeyecek ve istismar edilemeyecek kadar gerçek olsa da Türkiye’nin siyasi ikliminde bunun çoktan bölünmüş acılara dönüştüğünü rahatlıkla belirtebiliriz. Nitekim Türkiye bağlamında annelik pratiği “kutsal” ve “sözde” anneler olarak sınıflandırılan bir araç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Türkiye’de anneliğin, vatan için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirmekle özdeşleştirildiği, buna uymayanların ise annelik kategorisinden dışlandıkları Cumartesi ve Barış anneleri pratiğinde en acılı biçimde deneyimlenmiştir. İktidar tıpkı Cumartesi Anneleri’nin karşısına Cuma Annelerini çıkardığı gibi Barış Anneleri’nin karşısına da Şehit Anneleri’ni koyarak annelik kimliğini de parçalamaya çalışmıştır. Dolayısıyla geldiğimiz aşamada Türkiye’de kadınların, annelik üzerinden savaşa karşı çıktıkları her durumda karşılaştıkları şiddet hiçbir ahlaki ölçü bırakmayacak düzeye ulaşmıştır. Annelerin, seslerini anneliğin evrenselliği üzerinden kurmaları onlara katlanan bir acı, ayrımcılık ve baskı ile geri dönmüştür. İşkence görmüş, sürgün edilmiş, sokak ortalarında faili belli cinayetlere tanık olmuşlardır. Haksız bir savaşta öldürülen çocuklarının hem acılarını yüreklerine gömmüş, hem de mezarı olmadığı için kemiklerini bulma umuduna mahkum edilmişlerdir. Elbette Kürt anaları bunları yaşarken, Türk anaları da bu kirli savaşta, oğullarını kaybetmenin acısını yüreğinde hissetmiştir. İktidar ise bu acıları kutuplaştırarak siyaseti en ahlaksız biçimde yürütmekte ısrar etmiştir.

Mücadele yürütenlerin kutup yıldızı: Emine anne

Nitekim, Türkiye’de son 50 yıllık zaman diliminde bile devlet ve devlet tarafından desteklenen paramiliter güçlerce sayısız ananın gözü önünde çocukları katledilmiştir. Özellikle gözaltına alınarak zorla kaybettirilmeler, yargısız infazlar, toplu mezarlar bu ağır insan hakları ihlallerinin önemli bir kesitini oluşturmaktadır. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında Berfo ana ve oğlu Cemil Kırbayır bunun en bilinen örneğidir. Yine her gün çığlığını duyduğumuz Emine Ana, iki oğlunun ve eşinin vahşice katledilmesine tanık olan en güncel örneklerden biridir. Bu bakımdan Berfo Ana unutmalara izin vermemenin imgesi olarak tarihte yerini alırken, Emine Ana her gün inat ve ısrarla sürdürdüğü adalet nöbetiyle tarihselleşmektedir. Böylelikle direngen duruşları, ellerinde sıkıca tuttukları oğullarının fotoğrafları ile dirençli, mücadeleci, hakkını arayan annelerin cesaretinin timsali olmuş ve zalimlere meydan okumuşlardır. Kuşkusuz onların tarihselliği mücadele gücünden ve evlatlarına sahip çıkan anne direngenliği etrafında yayılmakta ve tüm direnen, davasına sahip çıkan annelere ulaşmaktadır. İsa, Golgota tepesinde ölmek üzereyken, Meryem sınırsız bir acıyla oğlunu izlemiştir. Meryem, bir annenin yaşayabileceği en büyük acıyı yaşamış ve çektiği acılarla anıtsallaştırılmıştır. Aynı acıyı yaşayan Berfo Ana başka bir minvalden, oğlunun akıbetini ve kemiklerini istemektedir. Emine Ana ise gözleri önünde vahşice kaybettirilen oğulları için adalet talep etmekte, adaletsizlik karşısında adalet talebiyle, adalet duygusunu ve istencini yitirmemiş, bu uğurda mücadele yürütenlerin kutup yıldızı olmuştur.

Annelerin yaşadığı tarifsiz acılar

Türkiye ve Kürdistan örneğinde direnen ve politikleşen anneler üzerinden iktidarın geliştirdiği bir diğer özel savaş pratiğini ise bağlantılı olarak annelere yaşatılan acı üzerinden toplumsal muhalefete verilen mesajlar biçiminde değerlendirmek mümkün. Örneğin yakın zamanda 2017’de yaşamını yitiren Agit İpek’in cenazesinin parçalarının bir kargo ile 10 Nisan 2020’de annesi Halise İpek’e teslim edilişi bu kirli savaş pratiğinin en çarpıcı örneği olarak tarihe geçti. Diğer taraftan cenazelerin vücut bütünlüğünün bozulması, özellikle kadın cenazelerinin tanınmayacak hale getirilerek teşhir edilmesi, cenaze sahiplerinin çoğuna poşet içerisinde yanmış insan bedeni ve kemiklerinin verilmesi, katledilen cenazelerin mezara konulmasına bile izin verilmeyerek sokaklarda çürümeye terkedilmesi ve buna şahit olan annelerin yaşadığı tarifsiz acılaSet featured imager belleklerimize kazınırken, aynı annelerin inanılmaz direnişine ve dirayetine de tanık oluyoruz. Çok uzağa gitmeden sadece 2015- 2017 tarihleri arasında uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında abluka altındaki kentlerde neredeyse bütün cenazelere yapılan ortak saldırılar aynı vahşetin süren hali olmuştur. Örneğin Cizre’de katledilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın defnedilmesine izin verilmediği için annesi bedenini buzdolabında bekletmişti. Şırnak’ın Silopi ilçesinde Aralık 2015’te katledilen Taybet Ananın cenazesi 7 gün sokak ortasında bekletilmişti. 17 yaşındaki Rozerin Çukur Diyarbakır’ın Sur ilçesinde Ocak 2016’da katledilmiş, cenazesi günlerce yerde kalmış, çocuklarının cenazesini almak için anneler açlık grevi yapmak zorunda kalmıştı. Katledilen 3 aylık bebek olan Miray İnce, devlet zulmünün sembolü olarak toplumun hafızasına kazınmış, morgda yer kalmadığı için yaşamını yitiren bir başka kadının kucağında günlerce bekletilmişti. Ve Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi defnedilmesine izin verilmeyerek mezarından çıkarılmıştı… Sonuçta, Türkiye’de anneliğin, vatan için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirmekle özdeşleştirildiği, bu forma uymayanların ise annelik kategorisinden dışlandıklarına ve yaftalandıklarına en acılı deneyimlerden tanık olduk. Bu açıdan Türk faşizminin, onur çiğneyerek sergilediği bu vahşet, mutlak itaat için insanların belleklerinde silinmez izler bırakmayı, kimlik duygusunu parçalamayı amaçlasa da; her türden barbarlık ve zulüm insanlık suçu olarak annelerin belleğinde yer edinmiş ama aynı zamanda direngen bir damar da yaratmış, tüm acılara rağmen bükülmeyen bir onurun, kesintisiz bir direnişin gerekçesi olmuştur.

“Annelik” bir mücadele alanıdır

Sonuç itibarıyla; anneler barışçıl eylemleri yasaklanmış, copla, plastik mermiyle, gazla gözaltına alınmış, cezaevlerinde çocuklarının kemikleri erimesin diye yerlerde sürüklenip aşağılanmışlarsa da, çocuklarının kemiklerini bazen bulup bazen bulamamışlarsa da, çocuklarını bazen zulmün çarkından almış bazen alamamışlarsa da hep direnmişlerdir. Anneler sadece kendi çocuklarının akıbeti için mücadele etmemiş, bunu yaparken belki yüzlerce, binlerce insanın kendi çocukları gibi yok edilmesini engellemiş, direnişleriyle demokrasi mücadelesini yükseltmiş, iktidar politikalarını zayıflatmışlardır. Zira bu anneler kimi zaman çocuklarının kemiklerinin peşine düşmüş, kimi zaman çocuklarının parçalanmış bedenini poşetler içinde almış, kimi zaman ise kendi bedenleri de vahşete maruz kalmış, ancak asla mağrur ve vakur duruşlarından taviz vermemişlerdir. Dolayısıyla diğer dünya deneyimlerinde olduğu gibi Kürdistan ve Türkiye’de de “annelik” bir mücadele alanı olarak anlaşılmak zorundadır. Nitekim yaşanan tüm bu zulme ve saldırılara rağmen anneler, hala sokaklarda ve eylemlerine devam etmekteler. Aradan geçen yıllara rağmen kayıplar gerçeğini hem yaşatıyor hem de hatırlatıyorlar. Hala barışı dillendiriyor, savaşa karşı çıkıyorlar. Bir toplumsal hafıza yaratarak yaşanan zulmün unutulmamasını sağlıyorlar. Ve sonuçta zulmün çarkı döndüğü sürece direnişin anneleri de hep oralarda bir yerlerde direnişine devam ediyor olacak. Kuşkusuz annelerin direnişlerinden korkan ve giderek daha çok saldırganlaşan kirli iktidar sahiplerine cevapları her zaman yine direniş olacaktır. Anneliği bir güne sıkıştıranların aksine, her gün direnişleri, onurları ve inanılmaz dirayetleriyle alanlarda olan tüm annelerin önünde saygı ve minnetle eğiliyorum. Ve şimdilik Brecht’in bir anımsatmasıyla noktalıyorum: ‘Bir gün gelecek zaman bizim olacak… Fırtınayı ve kasırgayı ite ite yarıp geçeceğiz tüm suları…Gelecek bizim olacak… Tırnaklarımızla koparıp alacağız yarınlardan mutluluk payımızı…’