Türk devletinin saldırıları ve bombardımanlarına rağmen, Rojava’da yaratılmak istenen bir ekotopya filizleniyor. Bu ekotopik cennet, kendine yetmeyi öğrenip ayakları üzerinde durmaya başlayan bir düş ülkenin hikayesidir. Bu hikâye, mutsuzluk ve umutsuzluk sarmalındaki kuzey insanları için büyük bir ilham kaynağı. Dikilen bir fidanın en genç sürgünlerine bakarak hayatı yeniden dirilten komşularının çabası, dayanma gücünü enfes bir şekilde artırıyor.
Ütopya, olmayan yer, olmayan ülke anlamına gelir. Sadece düşlersiniz ve olmasını istersiniz. Ütopya, iyi bir yaşamı ve mutluluğu anlatan bir kelimedir. Kötülüğün karşısında mutlu çoğunluğun ürettiği dayanışma, dayanışmanın ördüğü bir başka mutluluk halkası ile çevrilidir.
Ekotopya ise ekolojik dengenin korunduğu ve sürdürülebilir yaşam biçimlerinin teşvik edildiği ideal bir toplum veya yerleşim yeri anlamına gelir. Ekotopya adı ilk olarak Ernest Callenbach’ın 1975’te yazdığı ‘aynı adlı’ kitapta kullanıldı. Kitap, ekolojik değerlere dayanan bir toplumun nasıl olabileceğini anlatıyor ve okuyuculara sürdürülebilir bir geleceğin mümkün olduğunu gösteriyordu. Bu yazıda Callenbach’ın Ekotopya’sının Rojava’da nasıl hayat bulduğu karşılaştırmasını yapmak istiyorum.
Ekolojik bilincin inşası
Fransa’da web üzerinden yayınlanan Reporterre adlı ekoloji haber sitesi, geçtiğimiz yıllarda Rojava’yı anlattığı bir dosyaya yer verdi. Reporterre’e konuşan bir Rojavalı, ekolojik bilincin oluşma sürecini şöyle anlatıyordu: “Carudi köyünde, komün mevcut bir ormandan başlayarak ağaçlandırma politikası yürüttü. Köylüler ağaç dikmeye gitti ve ardından her biri küçük bir parsel aldı. Bu uygulama, köylüleri ormanlarına saygı duymaya ve onu korumaya teşvik etti.”
Bu örnek, Callenbach’ın kitabının temel motivasyonlarından birine gönderme yapar: Ekolojik bilincin doğaya saygıya erişecek kadar artması.
Ekolojik bilincin sağlanması uzun yıllara varan incelikli bir sabrın işidir. Parçalı ve farklı kültürel dinamiklere sahip halkları, doğayı yok etmek yerine yaşatmaya teşvik eden, yıllarca bunun okumasını yaptıktan sonra şimdi sahada bu meyveleri toplayan Rojava’nın demokratik özerk yönetimlerinin sabrı… Ekotopya oluşturmak için birçok koşulun bir araya gelmesi gerekiyor. Dedik ya, en önemlisi ekolojik bilinçtir diye. Toplumun ekolojik bilinci ne kadar yüksekse, doğaya uyumlu yaşama isteği de o kadar baskın olur. Rojava’daki özerk yönetimlerin varlığı bu nedenle çok önemli: Bu varlık atanmış üç-beş kişinin karar alıcılığına dayanmaz. Aksine, toplumun her bireyi karar alma süreçlerine katılır ve kendilerini rahatlıkla ifade eder. Eşitlik ve adalet ilkeleri de ekotopik bir toplumun temel taşlarındandır. Rojava’da herkesin temel gereksinmelere erişimi sağlandığı gibi, tüm hakların güvence altında olduğunu da görüyoruz. Ekotopya çeşitli kültürel, dini, etnik ve cinsel kimlikleri kucaklayan bir yaklaşımı benimser. Kuzey Doğu Suriye bu açıdan da bir kültürel zenginlik atlasıdır; diller, kültürler ve inançların zayıflatılmadan korunması amaçlanır.
Savaşın ortasında ekotopya
Rojava’da yürütülen ekolojik sürdürülebilirlik projeleri politik aksın temel dayanaklarından birini oluşturuyor. Bu haliyle Avrupa’daki ekolojik yaşam algısının çok daha önünde olduklarını söylemek doğru olacaktır. Toprak reformu, su yönetimi, yenilenebilir enerji kullanımı ve organik tarım en temel projelerden. Tarımda özellikle monokültürden çıkış ve tarım zehirlerine ihtiyaç duymadan sağlıklı ve güvenli gıdayı üretebilmenin mümkünlüğü bile tek başına Rojava’yı özel bir yere koyuyor. Demek ki savaşa rağmen insanların geleceğini daha güvenli temellerde oluşturabilmesi imkânsız değil! Üstelik ambargonun ortasında birçok temel teknik malzemelere erişim kısıtlıyken ya da hiç yokken dahi, kendi malzemelerini üretip yola devam ettiler. Sadece savaşla birlikte düşündüğümüz Rojava’da insanlar olağanüstü deneyimler peşinde koşuyor. Kooperatifleşme sayısı ve alanı her geçen gün artıp çeşitleniyor, kadının sözü de eylemi de değer kazanıyor, okuma yazması olmayanlar dahi ekolojik bilinçle yoğruluyor. Demek ki yaşanabilir sömürüsüz bir dünya ütopya değildi!
Bir yandan Türk devletinin saldırılarını, bir yandan devasa eko-kırımları bir yandan İsrail’in Filistin’e karşı savaşını izlerken, o arada Qamışlo’da (Kuzey-Doğu Suriye) 26-27 Nisan tarihlerinde, uluslararası ölçekte bir ekoloji konferansı düzenlendi. Bu konferans, Türk devleti ve desteklediği barbarların işgal tehdidi altındaki bir coğrafyada ilkti.
Yıllardır bombalanan topraklar, kimyasallarla zehirlenen sular ve bir silah olarak görülen suyun erişiminin engellenmesi, monotarım nedeniyle dengesi bozulan tarımsal alanlar, atık sorunu, çölleşme eğilimi Kuzey ve Doğu Suriye’nin en temel ekolojik sorunlarıydı. Rojava’da sorunun en başından tespit edilmiş olması, sorunu giderecek tüm mekanizmaların kısmen de olsa oluşturulması ve harekete geçilmesi elbette konferansı düzenleyenlerin elini güçlendirmişti. O halde kalıcı bir ekolojik bilincin sağlanması ve korunması en önemli meseleydi. ‘Kapitalizm ve sömürgecilikle mücadelenin yanında ekolojik mücadele nasıl yürütülürdü, Demokratik Modernite’de ekoloji nasıl anlatılıyordu, Kürdistan’a dönük toplu soykırım ile ekosid arasında nasıl bir ilişki vardı’ soruları, konferansın en can alıcı bölümüne ait. Konferansa davet edilen farklı ülkelerden çok sayıda ekolojist ve bilim insanı, bu sorular etrafında gözlemlerini ve önerilerini paylaştı. Sadece bu bilgi paylaşımının dahi mevcuttaki deneyimler için zenginleştirici olduğunu söyleyebiliriz.
Ekolojik dönüşümün dayandığı felsefe
Rojava’da yaratılmak istenen Ekotopya, savaşın ve yıkımın ortasında bile; sürdürülebilirlik, eşitlik, adalet ve doğayla uyum içinde bir yaşamın mümkün olduğunu gösteren ilham verici bir örnek. Bu toplumsal ve ekolojik dönüşüm, derin bir felsefi anlayışa ve insanlık için daha iyi bir gelecek inşa etme kararlılığına dayanıyor. Ekolojik bilgi ve bilincin güçlenmesinin, kapitalist moderniteyi alt edecek tek silah olduğu bilgisi hayata geçirilmiş durumda. Kadınların toplumsal rollerinin önemsenmesi, Jinwar’ın bir kadın köyü olmasının ötesinde bir yaşam felsefesi olması sadece bir hak meselesi değil, aynı zamanda toplumun daha dengeli ve güçlü olmasını da sağlıyor.
Ernest Callenbach’ın “Ekotopya” romanı, sadece çevresel sürdürülebilirliği değil, aynı zamanda toplumsal adalet ve cinsiyet eşitliği gibi önemli sosyal meseleleri de ele alıyor. ABD’nin batı kıyısında bağımsız bir devlet olarak kurulan Ekotopya’nın hikayesinin temel belirleyeni tıpkı Rojava’da olduğu gibi kadınların toplumdaki rolü ve cinsiyet eşitliği konusundaki ileri görüşlülüğüydü. Kitabın kahramanı kuşkucu Winston, kadınların Ekotopya’da her alanda oluşunu biraz şaşkınlıkla karşılayarak bir yöneticiye sorar: “Görüyorum ki kadınlar burada her alanda aktif durumdalar. Ekotopya’nın başından beri mi böyleydi yoksa sonradan görevlendirmeler mi oldu?” Yönetici cinsiyet eşitliği temel ilkesinin sonradan değil, Ekotopya’nın kuruluş ilkesi olarak benimsendiğini anlatıyor kuşkucu Winston’a. “Kadınlar her zaman liderlik pozisyonlarında yer aldılar ve toplumumuzun şekillenmesinde büyük rol oynadılar.”
Rojava’nın kuruluşundaki en temel ilke “sürdürülebilir ve adil bir toplum için cinsiyet eşitliğini sağlamak” değil miydi?Kadınların Jineolojî ekseninde kurdukları sözün, özellikle Rojava’da, savaşın karşısında (tüm canlılarıyla birlikte) yaşamı kutsayan bir söz olduğunu bir kez doğruladı bu konferans.
Şimdi herkesin bu sözü tüm mecralarda daha da büyütmek gibi önemli bir sorumluluğu var artık.
Ekotopya’nın ömrü uzun olmalı çünkü…