Dokunduğun her fikir yaşam buldu

- Elif KAYA
438 views

O, kendini ayan etmeden, ben dile dökemem.
Dilden kulağa, kulaktan yüreğe ulaşan, nesilden nesile aktarılan kaviller gibidir.
Ona sırt dönemem, hiç yaşanmamış gibi görmezden gelemem.
Ama sır, söyleyen ile dinleyen, bilen ile eyleyen arasındadır.
Açılmamak üzere kapanan iki kapılı bir kaptır.
Bir kapısı kırıldığında diğer kapıdan geriye ne kalır?
Şimdilerde kırılmış kabım, ellerimle dağılan yüreğimi toplamaktayım.

Tanışmamız, çok hararetli tartışmaların olduğu bir ortamda olmuştu. Taşınan sırların kendini ayan ettiği bir ortamda buluşmuştuk. Mevsimlerden sonbahardı. Bu nedenle ceviz ağacımız sohbetlere ev sahipliği yapmaktan hoşnut, mağrur bir havadaydı. Bu ilk karşılaşmamız olsa da ortak yaşanmışlıklardan ve yazılan yazılardan birbirimizi tanıyorduk. Gündem gazetesinde her hafta yayınlanan köşe yazılarından tanımıştım seni. Yazılarındaki şiirselliği, okudukça insana umut aşılayan, anlamla buluşturan stili sevmiştim.

İşlenen konu ne denli ağır olursa olsun anlam gücüyle yeniden tarifliyor, okuyana başarma gücünün kendisinde içkin olduğunu hissettiriyordun. Hakikat, şiirsel bir anlatımla dile gelirdi, yazılarında. Salt akla dayalı kuru bir analiz değil, sezgi ve hislerin buluştuğu şiirsel bir dil hakimdi. Yazdığın her satır, okuyucuyu kökleriyle buluşmaya, hakikatine doğru yol almaya çağırır gibiydi. Bundan olsa gerek her hafta köşe yazını ilgi ve merakla beklerdim. Sadece ben değil, zindanda özgürlük umudunu diri tutan, binlerce okuyucun vardı. Yazdığın her satır, anlamla buluşmamızı derinleştirip, zindandan dışarıya umuttan köprüler kurmamızı sağlardı.

Yeni bir bilim oluşturma iddiasıyla yola çıkılacaktı

İşte böyle bir yolculuğun sonunda bir köprü başında seninle karşılaşmıştık. Hem de hiç beklemediğimiz bir mekan ve zamanda. Hararetle yürütülen jineolojî tartışmalarının içinde bulmuştum seni. Ceylan gibi kocaman açılan gözlerin ve al al olmuş yanaklarınla, biraz çekingen ve ürkek dursan da konunun en can alıcı bölümlerine dokunmaktan geri durmuyordun. Yapılan tartışmaların derinliği ve açığa çıkardığı sonuçlardan olsa gerek zamanın diyalektiği orada farklı akıyordu. Yürütülen tartışmalarla dostluk, yoldaşlık, çalışma arkadaşlığı anlamla harmanlanıyor,  kökleri üzerinde en sade halleriyle yeniden örülüyordu. Bu ortamı görüp, etkilenmemek mümkün değildi. Tanıklık etiklerimin heyecanı kısa sürede bana da geçmişti. Bir anda ortamın doğal bir üyesi oluvermiş, tartışmanın içinde bulmuştum kendimi. Kadının ve yaşamın bilgisini açığa çıkaracak olan yeni bir bilim geliştirilecekti. Jineolojî ile sır diye derinlere gömdüğümüz ya da kapısını aralamaktan ürküp, unutmaya terk ettiğimiz, köklerimize doğru yolculuğa çıkma imkanı bulacaktık. Bu nedenle bilinenin dışında yeni bir yol denemek, güzel olanı yüceltip, pratikleştirmek;  korku kadar,  heyecan ve merak da yaratıyordu bizde. Yeni bir bilim oluşturma iddiasıyla yola çıkılacaktı. Ama nasıl bir bilim olmalıydı? İtiraz ettiğimizin yerine neyi koymalıydık? Yol ve yöntemini nasıl bulmalıydık? Bahçede otururken, mutfakta yemek yaparken, tüm renkleri üzerinde taşıyan bir yaprağın masaya düşüşünü izlerken tartışmalar hararetinden hiçbir şey yitirmiyordu. “Oluş” halinde olduğunu bilmek, “olmak”tan daha değerliydi. O, bir oluş anıydı. Ve her anı ölümsüzdü. Jineolojînin bu ilk oluş halleri daha sonra yürütülen tüm çalışmalara yol gösterecekti.

‘…henüz başında olduğumuz uzun bir serüven...’

Güçlü başlangıçlar öncellikle güçlü sorular ve sorgulamalarla başlardı. Sorulan her soru cevabını bulmaya çalışırken peşi sıra yeni soruları doğururdu. Bir ceviz ağacının altında başlayan ve en değme filozoflara taş çıkartan bu bilimsel, felsefik tartışmalar günlerce, aylarca sürüp gitmişti. Jineolojînin têşîsi bu tartışmalarla dönmüş, tevnî ilmek ilmek örülmeye başlanmıştı. Basın geleneğinden edindiğin deneyim, jineolojî tartışmalarının yolunu bulmasında belirleyici rol oynamıştı. “Bir dergimiz olmalı” diyordun. Jineolojînin kendini şekillendireceği bir okulu tarif eder gibi dergiyi tarif ediyordun. Dünyanın her kesiminden, farklı deneyimlere sahip kadınların fikirleri bu dergide buluşmalı, tartışılmalı ve deneyimler ortak bir potada buluşmalıydı. Bir anlamda kadın devriminin bilgisi bu zemin üzerinde oluşturulmalıydı. Öyle de oldu. Dergi, yayın kurulundan, danışma kuruluna, yazarlarından, okuyucusuna kadar dünyanın her yerinden kadınların buluşmasını sağlayan bir platform oldu. Dergimiz kuramsal bir dergiydi. Ama nasıl ki yeni bir bilim anlayışı ile hakikat arayışına koyulmuşsak, bunun dilini de öyle oluşturmak durumundaydık. Mevcut akademik anlayışlarla yol alamayacağımızın bilincindeydik; yeni bir yaklaşım ve dil geliştirmemiz gerekiyordu. Dilindeki şiirsellik ve yine her sayıda derginin diline ilişkin geliştirdiğin eleştiri ve önerilerle bu çalışmanın öncülüğünü yaptın. “Yaşamın Bilimi ve Dili” sayısını bu ihtiyaçtan dolayı çıkarmıştık. ‘Nasıl bir bilim ve dil’ konusuna cevaplar arayan tam üç sayı hazırladık. “Oluş’tur”, diyordun. Her tartışmada farklı bir yanını görüp, dilin bilinç ve eylemle nasıl gelişip, dönüştüğüne işaret ediyordun. Dili öyle güzel ve büyüleyici kullanıyordun ki yayın kurulu bile her yazını büyük bir heyecanla bekler olurdu. Kimi kez yazıyı sonuna kadar okumayı beklemeden, grup mailine beğenileriyle birlikte, duygu ve düşüncelerini yazıp, gönderirlerdi. Jineolojî Dergisi’nin “21. Yüzyılda Bilimciliği Aşmak” başlıklı  26. Sayısında “Arkaik Sesler” yazısına ilişkin gelen değerlendirmelere şöyle demiştin; “Yanaklarım al al oldu. Zira yazının öyle iyi olduğunu düşünmüyorum. Yazıda belirttiğim gibi biraz ürkek ve kaygılı da yaklaştım. Çünkü bilime duyguyu katmak dilin edebiliğini, yaşamı katmak felsefiliğini ve bilgiyi katmak bilimselliğini belirliyor. Üçünü bir arada yapmayı denemek ise anlamı yakalamayı,  anlam bilimini ve özgürlük sosyolojisini  anlamayı istiyor. Zira hem edebi hem felsefi hem bilimsel bir bütünselliği sağlamak, bunu sosyolojik ve tarihsel dayanakları ile birlikte yapmak kolay değil. Duygu ve düşünce bütünlüğünde anlamın farkında olma ve yorumlama da öyle. Bazen çok açıklama ihtiyacı duymadan bazı şeyleri okurun hayal gücüne ve hislerine bırakmak da kendi başına bir risk.  Aradaki bağı “jin” ile dokumak da henüz başında olduğumuz uzun bir serüven...” Evet, uzun bir serüvene koyulduğumuzun bilinciyle her yazıda, sayıda bu arayışı daha fazla derinleştirmeye çalışıyorduk.

Dokunduğun her yürekte bir yaşam ağacı ektin

Bir de jineolojînin bir büyüsü olduğuna inanırdın. “Büyü de dahil olmak üzere bütün kavramları yeniden tanımlamak gerekiyor aslında. Zihnimizde oturmayan şeylerin bu vesileyle yeniden oturduğunu hissetmek bana da çok büyük mutluluk veriyor. Sanırım esas heyecan veren bunun farkındalığı” diyordun. “Sırdır”, dediğime bakma. Dönüp, dolaşıp yüreğimde taşıdığım, bilincime işlediğim tüm sırları tek tek serdim orta yere… Bir deniz kabuğu kadar bile sır saklayamadım. Oysa sen sırlarını pek çok kez onlara fısıldardın. Bu bazen bir salyangoz kabuğu, bazen bir ağaç kozalağı, bazen asi Zap’ın bir taşı olurdu. Evrenin aklına ve enerjisine inanır, bazı simgeler köprü olur hepsiyle bağ kurardın. Tabi insanlar da sırdaşındı… Konuştuğun her insanın sende, senin onlara emanet ettiğin bir sırın vardı. İnsanlaşmak, yüreğini başkasına açıp sırlarını paylaşmak ve taşımakla gelişirdi. Bundan olsa gerek, dokunduğun her yürekte bir yaşam ağacı ektin. Başı göğe, kökleri toprağa, dalları güneşe uzanan… Derginin yayın kurulunda yer almam için beni ikna etmiştin. Böyle bir sorumluluğu taşıma konusunda kararsız ve güvensizdim. “Yaparsın” diyordun, yapabileceğim şeyleri tek tek sıralayıp, işin kolay yanını göstererek, beni ikna etmeye çalışıyordun. Sen hep öyleydin; işi iş olmaktan çıkarıp, aşkla, tutkuyla yürütülen bir çalışmaya dönüştürürdün. Ne hep yenilik arayışında ne de yapılanlara takılıp kalan bir tarzın vardı. Yapılan çalışmaları değerlendirirken, geleceğe dair yeni bir vizyon öngörmeyi ihmal etmezdin. Bundan olsa  gerek çalışma tarzın hep çekici ve sonuç alıcıydı. Çalışırken sözün gücü kadar yürek dilini de konuşturmasını bilirdin. Bu nedenle insanları kolay ikna edip, yapma potansiyelini onlara göstermede pek zorlanmazdın.

Kadim kadınların izini sürmek

Kadın bilimini yapmak kadim kadınların izini sürmeyi gerektirirdi. Bir anlamda cadıların sezgi ve yaşam enerjisine sahip olmak demekti. Sen kendini çalışmalarımızın “sezgi” ve “duygu” yanı olarak tanımlardın. Her şeyi aklın muhasebesine terk etmek, bizi hakikaten uzaklaştıracağı gibi yaşamı kuru bir nehir yatağına çevirirdi. Bu nedenle jineolojînin yöntem tartışmalarında özellikle bu konunun altını çizip; “sezgi ve hisler de hakikate ulaşmada temel bir yöntemdir”, derdin. Bu aynı zamanda sende yaşam biçimiydi. Dostluklarında, yoldaşlıklarında da sezgi ve hisler hep öndeydi. Bu duygularla yaşlısından, gencine, kadınından erkeğine, fakirinden zenginine herkes ile bir bağ kurmayı ve onların yüreğinde yer edinmeyi başarırdın. Araştırmak, senin için yaşamın anlamla bağını kurmanın bir başka yoluydu. Gittiğin her alanda jineolojî çalışmalarını bu tutkuyla yürüttün. Efrîn’de, Şengal’de, Güney Kürdistan’da yaptığın sosyolojik alan araştırmalarında, yıllardır insanların sakladıkları sırlarını dinlemiş, onlarla anlamın ve tarihin derinliğine inmiştin. Bir anneden öğrenmiştin Efrin’in Cindirêse ilçesinin adının, kadınların zamanı eğirdiği dönemlerden günümüze geldiğini. Yaşamın bilgisinin kadınların hafızasında, sözünde, el hünerlerinde yaşadığını görmek, kilitli kapıların anahtarını bulmak gibiydi. Hem büyük bir heyecan kaynağı hem de daha fazla araştırma yapma duygusunu da depreştiriyordu. Yazılmayan tarihin simgelere, dilde saklı gizlere bürünüp, günümüze kadar geldiğini bilmek, köklerle bağ kurma arayışını daha da derinleştiriyordu. Bu bilgiyi keşfetmek, inanılmaz mutluluk vericiydi senin için. Şengal’de Êzidîlerin kavillerini dinledin, sayıların sırlarına erdin.. 3’ler, 7’ler, 12′ ler, 40’lar… 40 sayısını oluş, tamamlanma olarak anlamlandırırdın. Şahmaran, Melekê Tawis, Sitiya Nisra ve daha niceleri, kadim kadınların zamanından günümüze sır taşımıştı…

“Biz inanırsak olur” diyordun

Jineolojînin hararetli tartışmalarından birinde ortaya çıkan fikrin hayata geçirilmesini üstlenmiştin. Bu fikirden en çok heyecan duyan ve başarılacağına inanan sen oldun. Başûrê Kürdistan’da Kürt Eserleri Kütüphanesi Projesi, kadın yazımını teşvik etmek kadar kadın tarihinin oluşturulmasında da son derece önemliydi. Kadın aydınlanmasında önemli bir adımdı…İlgi duyabileceğine inandığın herkesin kapısını çaldın, onlara projeyi anlattın. Tüm zorluklara rağmen, “biz inanırsak olur” diyordun. Biz inanırsak, inandırabilir, zorlukları birlikte aşabiliriz. Üç yıl boyunca birçok defa engelleyici tutumlarla karşılaştın ama pes etmeden, her defasında yaşananları tahlil edip, çalışmayı geliştirmek için yeniden planladın. Bu projenin başarılması senin ısrarının, inancının ve çabalarının bir sonucuydu. Jineolojî perspektifi ile sanatın buluşmasını sağlayan JinArt çalışmalarının geliştirilmesinde de bu inanç vardı. Her kadın kendini jineolojî içinde bulabilir, hakikat yolculuğuna çıkabilirdi. Bu bazen bir atölyede araştırma bazen sanatsal üretim olabilirdi. Sanatçı kadınları bir araya getirerek, ortak projelerde birlikte üretmeye teşvik ederek, sanatla jineolojînin buluşmasını sağladın. Dokunduğun, ruh verdiğin, hayalini kurduğun her fikir gelişip, yaşam buldu. Kadınlara bunu başarmanın yol-yöntemi kadar, yapabilme gücüne sahip olduklarını da gösterdin. Yatağıyla buluşan nehir gibi hakikat yolunda başlattığın bu çığır, özgürlük arayışında olan her kadının emin ellerinde yol almaya devam edecektir.
Mevsim yine sonbahar. Yapraklar dalından bu kez zamanını beklemeden dökülüyorlar. Sırlarını ellerimize, yüreğimize emanet ederek, gidiyorlar.