“Aradığım çılgınlar gibi o gizemli özgür yaşam burada işte, bu ayrıntılarda saklı. Pandoranın kutusunu açıp her tarafa dağıtmam lazım. Özgürlüğü dağların doruklarından Amed’in dar sokaklarına, zindanlardaki yoldaşlara ve beş bin yıldır duvarların içine perdelerin arkasına sıkıştırılmış tüm kadınlara ulaştırmam gerekiyor.
“Kendini ifade edemeyen bir halktan olmak ve o halkın kadını olmak zor. Tarihsel köleliğin bizde yaratmış olduğu kişiliği nasıl özgür bir kişiliğe dönüştüreceğim?” Gerilla günlüğüne bu soruyla başlıyor Gülbahar. Dağlarda sürdürdüğü gerilla mücadelesi boyunca yürüdüğü patikalarda, su içtiği kanilerde, soluklanmak için durup dinlendiği ağaç gölgelerinde hep bu sorunun cevabını arıyor. Cevabı bulduğuna inandığı her anda gerilla günlüğünü sakladığı yerden çıkarıyor ve yazmaya başlıyor. Yüreğinden dökülen her sözcüğün muhakkak bir gün birilerine ulaşacağı inancıyla yazıyor. Her sözcüğü mücadelesinden, yaşamından damıtarak nakşediyor sararmış gerilla defterinin sayfalarına. ‘Biz böyle yaşadık, böyle mücadele ettik’ der gibi yazdıkları:
Nefes kesen, nefes nefese bir mücadele
“İnsanın nefesini kesen bu yaşamda nefes mücadelesi vermek, sersemleten bir yaşamdan kurtulmak ve hakikate erişebilmek… Yaşamın kıyısında bir yürüyüş bizimkisi… Bir yanım sınır hatlarında uçurum bir yanımsa hırçın dağlar. Ve ben ince bir patikada yaşıyorum. Yanlış bir adımın bedeli hayatım olacak. Yürüyorum hiç durmadan, ayaklarımın temposunu hiç bozmadan, önüme çıkan taşlar bazen sendelememe neden olsa da arkada kalmamam gerek, yetişmeliyim. Akan suyun sesine, arkadaşların ayak seslerine… İçimde bir heyecan, gecenin karanlığında dolunay olurken gözümde siyah noktalar belirmeye başlıyor. Az önce duyduğum vurulma sesi ve ardından duyduğum sıcaklık! Adımlarımın artan hızı yerini sızıya bırakıyor. Adımlarım yavaşlamaya başlıyor. Korkuyor muyum bilmiyorum. Bir yanım zaferin heyecanıyla taşmakta, bir yanım yoldaşlarından kopmanın üzüntüsü içinde. Arkadaşlara yetişip heyecanımı anlatmalıyım. Sıktığım ilk kurşunun düşmanı nasıl düşürdüğünü anlatmalıyım.” Gülbahar tüm yaşamı boyunca o çizgide ilerliyor, yaşam ve ölümün sırt sırta verdiği o keskin çizgide. Heyecanını yitireceği anı ölümüyle eş değer tutuyor. Bir kadın olarak var olma savaşımının tam ortasında duruyor.
Annem hep yanımda olan
Kendi olmaktan çıkarılmanın ne anlama geldiğini daha çocukken annesinden dinlediği hikayeden öğrenmişti. Annesi, “Jin dara şikestiye” demişti. Annesiyle o diyaloğunu 2012 yılında tuttuğu günlüğünde şöyle sorguluyordu: “Toplumsal cinsiyetçilik dersindeyiz. Aklıma annem geldi doğal olarak. Annem hem ezilen bir kadındı hem de benim en büyük direnişçimdi. O ruhumun çatışmasıydı, beni hem kışkırtan hem de söndürendi. Bana hem güçlü olmamı söyleyen, hem de gücümü kölelik sınırlarına çarptıran, benim ikilik halimdi. Desteksiz bırakılmış; emeği, ruhu, bedeni ve kadınlığı sömürülmüş bir toplumsal olguydu. Annemle yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. Bir yaz günüydü. Bütün kardeşler okuldan dönmüş, annemin etrafında toplanmıştık. Öğlen arası, toprak evin salonunda oturuyorduk. Salona bir dilenci kadın aniden dalmıştı. Annem o anda ablamı eve gönderip dilenci kadının bazı ihtiyaçlarını gidermek istemişti. O an nasıl olduysa, konu nasıl açıldıysa annemin gizli yarası, ezilmiş, hiçleştirilmiş kadın benliği kendini açığa vurdu. Elli yaşın üzerinde hiç okul okumamış, partiyi, ideolojisini tanımayan bir kadındı. Tartışma başladı. ‘Bu evin kadını benim. Bütün evler, mallar her şey benim emeğimle oldu. 13 yaşından beri bu evde çalışıyorum. Ama yoksul bir insana sadaka vermek, kendim için hayır duası edebilmek için erkekten izin almam gerekiyor. Bütün bunları var eden ben ama benim olmayan her şey…Keça min, jin dara şikestiye. Okuyun, elin erkeğinin eline muhtaç olmayın’ demişti. Bu sözleri kulaklarımda küpe oldu. Annem benim düşürülmüş tanrıçamdı. Ruhu saklı kalmış, kadınlığı düşürülmüş, bedeni köleleştirilmiş ve tüm bu canavarlara inat rahminde yeni başkaldırıların tohumunu büyütmeye, isyana, başkaldırıya, yeni, temiz güçlü nüvelerini yetiştirmeye çalışıyordu.”
Yeni bir devrin sembolü olmak
Gerillacılığa başladığı ilk anlardan itibaren kendisine misyon biçen Gülbahar, hiçbir zaman sıradan ve vasat bir katılımın sahibi olmadı. İddiası büyüktü; Zilan gibi olmak istiyordu, Beritan gibi. 12 Şubat 2011 tarihli yazısında bu iddiasını şöyle özetliyor: “Yoğun bir çalışmanın ardından kış kampımıza geçtik sonunda, şu anda akademideyim. Yoğun bir eğitime başlıyoruz. Gerillada üçüncü kışıma giriyorum. Gittikçe eski bir kadro oluyorum. Bu duyguyu yaşamak tabi ki çok güzel çok çok. Fazla da eskimeyi düşünmüyorum. Hiçbir zaman yaşlılığı düşünmedim ve hayalini de kurmadım. Ölümü planlamak gibi bir şansım olmadığını biliyorum ama eğer devrimci olarak yaşamımı tamamlayacaksam ölümüm de buna denk olmalıdır diye düşünüyorum. Asıl hedefim hem kendim için hem de herkes için yeni bir yaşam kurmaktır. Bunun için savaşıyorum. Amacım için yaşıyorum. Gücümü Önderlikten ve partiden alıyorum. Bundan dolayı hiç yılmıyorum, pes etmiyorum. Benim gibi binlerce yoldaşım var ve bu benim için büyük bir moral oluyor. Bazen mücadelenin zorlukları olsa da sırtımı dayadığım özgürlük her zaman güç verdi ve bağlılığımı geliştirdi. Ben de bir devrin kapanışının yeni bir devrin açılışının sembolü olmak istiyorum. Yaşamımla, eylemimle ihanetin kara lekesini silmek istiyorum. Evrimler, Zilanlar, Beritanlar gibi…”
Son söz niyetine
Bir yaşam manifestosu niteliğindeki günlüğünden ayrılmak, Gülbahar’dan ayrılmak gibi bir his bırakıyorsa da insanın içinde her güzel şeyin tamamlandığı bir an vardır. Gülbahar gibi yoldaşlar yarındır, insana her zaman umut verirler. Onlar kendileri olmayı-kalmayı başararak aslında en büyük devrimi yaptılar. Çünkü çağımızın en büyük savaşı insanın kendisi olması karşısında veriliyor. Kendi olmak, özüyle var olmak, tanrıçaların hüküm sürdüğü yaşamları yeniden var kılmaktır. Koynunda sır gibi sakladığı gerilla güncesinin sayfalarına son söz niyetine yazdığı satırlar bu yazının da son bölümü olsun: “Aradığım çılgınlar gibi o gizemli özgür yaşam burada işte, bu ayrıntılarda saklı ve ona ulaşmam lazım. Pandoranın kutusunu açıp her tarafa dağıtmam lazım. Özgürlüğü dağların doruklarından Amed’in dar sokaklarına, zindanlardaki yoldaşlara ve beş bin yıldır duvarların içine perdelerin arkasına sıkıştırılmış tüm kadınlara ulaştırmam gerekiyor. Milyarlarca zerreye, atomlara parçalanacak olan bedenimle Kürdistan’a, evrene, İmralı Adası’na ulaşmam gerekiyor. Ancak o zaman ruhum nirvanaya ulaşacak ve o zaman rahat uyuyacağım. Bedenim toprakla buluşup ruhum evrene yayılınca, bir çocuğun sevinç çığlığı dünyaya yayılınca belki başka bir boyutta kulağıma çınlamaları gelince işte o zaman sonsuz mutlu benliğime kavuşacağım.
Hikaye olunca…
Sonsuz olunca…”
* YJA STAR Komutanı Gülbahar Mercan’a (Şekirnaz Kaplan) ait sözler, gerilla günlüğünden alındı. Bitlis Hizan doğumlu Gülbahar Mercan 2009 yılında üniversiteye gittiği Amed’den gerilla saflarına katıldı. Kandil, Haftanin, Garzan’da gerillacılık yaptı. Kobanê’de DAİŞ çetelerine karşı savaştı. Son olarak Mardin Bölge Komutanlığı görevini yürüttüğü sırada, 4 Ağustos 2023 tarihinde Bagok’ta şehit düştü.