“Gerçek önderler asla kaybetmezler…” Muhtemelen daha önce duymuştum Rêber Apo’ya ait olan bu sözü ve daha fazlasını. Ama bu kez ilk kez duymuşçasına sarsıldım. Satır aralarında nasıl da gözümden kaçtı diye hayıflandım. Zira göz açık olsa ne fayda! Yürek ve beyin kapalıysa, insan duymaz ve görmez. Bu sözlerin anlamına ermek için doğru bir zamandı. Peki zaman neydi? Zaman insanı yanıltan bir kavram. Başarılar, sevinçler ve yaratımlar sığdırmışsan ömrüne, zamanın hükmü geçersizdir. Hüzünler, ayrılıklar ve kaybetmeler varsa şayet, zaman sana hükmediyordur. Kendinle geleceğe taşıdığın bir değer, yaratım ve fikir yoksa zaman çarkında öğütülmüşsündür. Tükenmiş ve tüketmişsindir.
Düşüncede dört cephede cenge girmiş bir yiğit iken kendi bedenine bile emir veremeyen, askersiz bir komutana, bir zavallıya dönüşmüşsündür. Yazılsa destan olabilecek hayaller kurmuş ama tek birini dahi gerçekleştirmek için somut bir adım atmamış, kılını kıpırdatmamışsındır. Hayata karşı büyük başkaldırın bir sabun köpüğü misali uçup gitmiştir. Her sabah gözlerini açtığın sıcak yatağında, uykunun şefkatli kollarında eriyip gitmiştir başkaldırıların, hayallerin…
Sorunun kaynağını uzaklarda aramak
Zamanın hükmüne boyun eğenler böyledir. ‘Yıllar nasıl da su gibi akıp gitti’ türünden sözlerle zamanın esiri olmalarındaki paylarını görünmez kılmaya çalışırlar. Nafile bir çabayla, çok şey yapmak istediklerini, büyük hayalleri ve başkaldırıları olduğunu gel gör ki zamanın hızına yetişemediklerini anlatırlar. Bir de zamanı anlamlar sığdıramayacaksa yaşanmamış sayanlar vardır. Onlar tüketmez ve tüketilmez. Değil bir saatini, her anını bilinçli, örgütlü ve iddialı bir biçimde yaşayanlar için zamanın uzunluğu ve kısalığını belirleyen bu hakikattir. Bir asır ve saniye arasında fark yoktur. Onlar için sadece an vardır. Yaratılış anları. Özgürlük seçeneğinin baskın geldiği o anlar zamanın değerini belirleyen tek ölçüdür akrep ve yelkovanın sonsuz, sınırsız döngüsü ve rakamların değeri yoktur. İmralı’daki mutlak tecrit, zamanın birbirine zıt bu iki tanımlama ekseninde değerlendirilmeli. Zira, Rêber Apo’nun İmralı’daki direnişini ve ‘O’nu özgürleştirme’ iddiası olan Kürt toplumsallığını başka türlü anlamlandıramayız. Mutlak tecritten ne anlıyoruz -ki bu Rêber Apo’nun bir tanımlaması- nedenlerini, olası sonuçlarını ve tecrite karşı mücadelemizi hangi esaslar üzerine oturtuyoruz? ‘Dilimizde tüy bitti’ diyecek kadar tartıştığımız, sürekli gündemimizde olan tecrite karşı verdiğimiz mücadele neden sonucu değiştirmeye yetmiyor? Sorularımız mı yanlış, mücadele yöntemlerimiz mi? Bana göre, iki sorunun ve verilecek cevapların içine yanlışlar ve yanılgılar sızmış durumda. En büyük yanılgımız, sorunun kaynağını kendimizden uzaklarda aramamız. Kaldı ki Rêber Apo, devrimcilerin bu yanılgısını çok önceden görmüş, “bir yerde bir sorun yaşandığında nedenini önce kendinde, sonra çevrende ve en son düşmanda ara” uyarısını yapmıştı. Yanlışlarımızı işte bu yöntemle ayıklayacağız. Kendimizden başlayarak…
Rêber Apo’nun yoldaşı olabildik mi?
Önce toplumsal ve bireysel anlamda Kürdün yetersizliklerini sıralayalım. Rêber Apo’nun yoldaşı olabildik mi? Pratik önerilerini, uyarılarının ciddiyetini anlayıp, çok somut olarak geliştirdiği çözüm önerilerini uyguladık mı? Ya da ‘bunlar için çok erken’ deyip geçiştirdik mi? Devrimin bize sunduğu fırsatların -kerameti kendinden menkul varlıklar misali- hep var olacağını mı sandık? Bu değerlerin arkasındaki sınırsız emeği görmeyecek kadar kör müydük? Başarılara ve olumlu sonuçlara kucak açıp, riskler ve tehlikeler ağır bastığında gemiyi ilk terk edenler arasında mıydık? Yoksa devrimin güzelliğinin doyumsuz tadına varıp, uğruna verilecek bedelleri gözünü kırpmadan ödeyenlerden miydik? Önderliğe ilahi bir varlıkmış gibi mi bakıyoruz? Kendisinin de bizlerden beklentisi olan bilimsel ve felsefik bağı kurabiliyor muyuz? Önderliğin İmralı’da başka bir imkan olmadığı için el yazısıyla yazdığı binlerce sayfalık savunmalarını, öncesinde yaptığı ve halen bizim hakikatimizi tanımladığı çözümlemelerini okuyor muyuz? Okuduklarımızın yaşamla bağını kuruyor muyuz? Sömürgeciliğin ve modernitenin yarattığı kavram karmaşasından ne denli etkileniyoruz? Biz bizeyken Rêber Apo’ya kutsallıklar atfederken, dışarda objektif olma adına mesafeli durmamızın ya da utangaçça sahiplenişimizin kaynağı ne? Bu sorulardan biri mutlaka bizim payımıza düşüyor. Ve her biri vicdan, bilim ve felsefenin yol göstericiliğinde cevaplanmayı bekliyor. Esasında bunlara gerek de yok. Vicdanlarımızın, duygularımızın ve öfkemizin ayaklanması için Kürt ve kadın oluşumuz dahi yeter. Her birimizin kurtuluşunu bir ülkenin kurtuluşundan daha değerli gördüğünü söyleyerek, erkek egemenliğine karşı mücadelemizi ileriye taşıyan Rêber Apo’ya karşı sorumluluğumuzun bir gereğidir. Bu da olmuyorsa insan haklarına saygılı bir birey olarak İmralı’daki hukuksuzluğa tepkilerimizi farklı yöntemlerle dile getirmek mümkündür.
Cevaplanması gereken sorular
Peki sorunun kaynağını çevremizde ararsak nasıl sonuçlara ulaşırız? Ortada yine cevaplanması gereken sorular var. Kürtlerin direnişine hayranlık duymak, ulaştıkları toplumsal dönüşüme yol açan konseptleri incelemek yeterli mi? Bu toplumsal dönüşümü sağlayan ideolojik ve düşünsel kaynağı görmeden yapılan incelemeden objektif bir sonuç çıkabilir mi? Kürtlerin ulus devletler ve hegemonik savaşlarda pazarlık konusu edilmesi kabul edilebilir mi? Tarihte kendi toplumuna pratik, düşünsel ve ideolojik yöntemler sunmuş diğer kimlikler kabul edilirken, neden Rêber Apo bu kapsamda ele alınmıyor? Bu toplum mühendisliği değil mi? Kürdistan’ın dört parçasında toplumun hafızasında, bilincinde yer edinmiş bir figürü kabullenmemek toplumun aklına güvenmemek dolayısıyla pozitivizm değil mi? Her şeyi bir kenara bırakalım, insan hakları ve hukuk kavramlarını dokunulmaz görenlerin insan hakları ve hukukun günlük olarak ayaklar altına alındığı İmralı sistemine karşı koymak için daha ne olmalı? Rêber Öcalan’ın yöntemiyle ilerlersek bu durumun mimarının Kürdistan’da yüzyıldır süren sömürgecilik ve şimdi soykırım sistemi olarak güncellenen faşizme göz yumanlar, pazarlık yapanlar olduğunu görürüz. Bu güçlere, vicdan, bilinç ve değerler üzerinden sorular yöneltmek anlamsız. Onlar mücadelemizin sarsılmaz köklerinin Rêber Apo’ya uzandığını gayet iyi biliyorlar. Sistem dışı güçlere, halklara, kadınlara umut veren ve ön açan analizlerini okuyorlar. Hatta tersinden uyguluyorlar. Eşyanın doğası gereği bu sesi kısmak, ışığı görünmez kılmak istiyorlar.
Direnişi bir yaşama biçimi olarak geliştirmek
O halde soruları cevaplamak bize düşüyor. Yanlışlarımızdan, yanılgılarımızdan arınarak ilerlemeliyiz. En büyük yanılgımız; toplumsal inşa, sömürgeciliğe karşı direniş, yeni düşünsel arayışlar, kadın özgürlüğü, çevre mücadelesi vb çoklu ve çeşitli gündemlerimizin temel hareket noktasının İmralı’da süren tecrit sistemi olduğunu geç kavrayışımız. Mücadelemiz İmralı’da süren kesintisiz direnişin yörüngesine girmek zorunda. Her biri gerekli ve zorunlu olan bu mücadele biçimlerimizin temel hareket noktası İmralı’daki mutlak tecriti kırmak olmalı. Mücadelemizin çetin koşullarında sözün değerini, onun için harcanan emek, dökülen ter ve kan belirliyor. Unutmayalım ki ‘daha ne yapalım?’ sorusu umutsuzluğun ve yenilginin ayak sesleridir. Sorularımıza ve cevaplarımıza sızan yanılgıları aşmalıyız. Mutlak tecridi zamana “büyük anlamlar ve başarılar sığdırarak” kırmalıyız. Rêber Apo’nun “bizim felsefemiz bir atın gözündeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür” sözlerinde olduğu gibi anlam gücünü geliştirerek direnmeliyiz. Direnişi bir yaşama biçimi olarak geliştirmeliyiz. Böyle olduğunda zamanın hükmü geçersiz olur.