Kadın kırımı tıpkı soykırım gibi, toplumsallığın hesaplanamaz ve asla disipline edilemez çokluğunu sanki hiç yaşanmamış gibi yok etmeye yemin ediyor. Sakine, Leyla veya Nagihan gibi öncü bir kadın öldürüldüğünde hedef, onların binbir emekle kotardıkları bir kadın varoluş biçimi. Öncü kadınlarımız, katledilen canlarımız, Kürdistan’da ve Zimbabwe’de, Güney Amerika’da ve Asya’da herşey rağmen başka bir insanın olabilirliğini hatırlatıyor. Bu büyük anlam tükenişinde anlam oluyorlar. Bu büyük talanda, ilham verici emek oluyorlar.
9 Ocak 2013’te Paris’te gerçekleşen katliam hala dün gibi aklımızda. Sadece sebep olduğu büyük acı ve kayıp sebebiyle değil. Aynı zamanda Kürdistan’da örgütlenen kadın mücadelesinin dünya düzenine ve verili güç ilişkilerine nasıl büyük bir tehdit oluşturduğunun anlaşılması açısından da. Katliamın ardından Türkiyeli feministler olarak yaptığımız ilk kadın toplantısını hatırlıyorum. Toplantıda Kürdistanlı bir arkadaşımız Sakine, Leyla ve Fidan’ın katledilmesinin, onların şahsına olduğu kadar hepimize, kadın hareketinin gittikçe daha fazla Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir toplum yaratma konusundaki iddiasının güçlenmesine karşı olduğunu söylemişti.
Katliamlar arasında bağ var
O günden bugüne katliama verdiğimiz bu yönlü anlam daha da derinleşti. Bir yandan Sakine ve arkadaşlarına yönelik katliamın Kürdistan Kadın Hareketi nezdinde başkaldıran tüm kadınlara ve farklı bir toplumsallığı oluşturmak amacıyla yeniden ve yaratıcı bir biçimde keşfettiğimiz kadınlığımıza yapılmış bir yok etme teşebbüsü olduğu konusunda ortaklaştık. Bir yandan da bu katliamlar ile gündelik olarak işlenen kadın cinayetleri arasında, erkek egemen sistemi topyekün olarak açığa çıkaran bağlantıları gördük. En çok da dünyada kadın öncülere karşı devletlerin düzenlediği katliamların yaygınlığının farkına vardık. Geçen senelerde Latin Amerika’da yerli kadın öncülere yapılan suikastlerle, bu sene Zimbabwe’de yapılan seçim öncesi, iktidarın üç muhalif kadını kaçırıp katletmesi arasında; İran’da Jin Jiyan Azadî devriminde tutuklanan kadınlarla, Almanya’da Filistin’deki soykırıma karşı çıkan kadınların işlerinden edilmesi arasındaki bağlar artık bize tartışılmaz geliyor. Sakine’den Leyla’ya, Leyla’dan Nagihan’a giden yolda hayatlarını kaybeden kadınlar, yaşarken olduğu gibi ölümleriyle de anlam gücümüzü arttırmaya devam ediyor.
Hedef kolektif varoluştur
Siyah bir feminist olan Patricia Douglass, bir yazısında, siyah kadınlar polis tarafından öldürüldüğünde bunun neden toplum tarafından cinse dayalı bir şiddet biçimi olarak algılanmadığını ve neden sadece siyahların bir meselesi olarak görüldüğünü sorar. Asıl mesele siyah kadınların ölümünde cinse dayalı şiddeti görmektir, der. Bunun da ötesinde bizlerin görevi, siyah kadınların devlet tarafından öldürülmesinde erkek egemenliği ile ilgili çok beter bir şeylere işaret eden ve kelimeyle ifade edilemeyen şeye, bir isim bulmak. O çok beter şey nedir peki? Bence o çok beter şey, öldürülmeye çalışılanın kişisel bir beden değil aslında bir kolektif var oluş, bir tahayyül ve bir bilme biçimi olmasıdır. Bu bağlamda kadın kırımı kavramının bu denli açıklayıcı olması, tam da soykırım ile akrabalığındandır. Kadın kırımı, soy kırım ile akraba çünkü ikisi de öldürülen bedenlerin toplam sayısının çokluğuna değil, her bir öldürüşte aslında kastedilenin bütünlüklü bir farklı yaşam imkanına olduğuna atıf yapıyor. Kadın kırımı tıpkı soykırım gibi, toplumsallığın hesaplanamaz ve asla disipline edilemez çokluğunu, fazlalığını, sanki hiç yaşanmamış gibi yok etmeye yemin ediyor. Sakine, Leyla veya Nagihan gibi öncü bir kadın öldürüldüğünde, hedef, onların binbir emekle kotardıkları bir kadın varoluş biçimi, kadınları etle-sesle, yani canla bilme biçimi. Bir başka dünyayı hayal etme araçlarını oluşturabilmiş olmaya karşı bir intikam; o araçların dünya tarihine kazınma olasılığına karşı bir önlem.
Yüzyılların birikimi onlarda yankılandı
Sakine ve arkadaşları, Sêvê ve arkadaşları, Leyla ve arkadaşları ve Nagihan için öncü diyorum, çünkü onlar varoluşları, yaptıkları ve söyledikleriyle kadınların yüz yıllardır birikmiş mücadelelerini seslerinde ve etlerinde yankılattılar. Her biri biricik olmasına rağmen, onların eylemlerinde ve bedenlerinde kesintilere uğramış bir kadın tarihi can buldu; Kürdistanlı kadınlara dayatılan ön yargısal (sömürge-zihniyeti-merkezli) mitlere karşı başkaldıran ve gücünü adeta toplumsal bilinç dışından alan bir başka mitolojik zaman uyandı. Bu kelimelerin hiçbirini rastlantısal olarak kullanmıyorum. Yani amacım tarih ve mit kelimelerini öylesine ortaya atmak ve böylelikle devlet tarafından katledilmiş bu kadınları yücelterek ulaşılmaz yerlere havale etmek değil. Tam tersine.
Mitleri bedenleştiren kadınlar
Başka bir siyah feminist, Zakiyyah Iman Jackson, siyah kadınların her zaman bir takım mitik temsillerle karşılaştıklarını ve bu mitler tarafından adeta tutuklandığını söyler. Anaç köle; baştan çıkaran siyah vamp kadın, ve daha niceleri… Her bilimsel-pozitivist-gerçekçi temsiliyetin bu mitlerden farklı ya da bunlara benzerlik üzerinden değerlendirildiğini belirtir. Ondan dolayıdır ki, tam da tarihselliği ve bağlamları paramparça edildiği için siyah kadınların elinde başka türlü bir mitleşme çabası dışında ‘olma’-‘olabilme’-‘kendini temsil edebilme’ seçeneği yoktur. Dediğim dedik-anaerkil siyah anne figürü, siyah film tarafından yaratılmış ve bir başka var olma olanağına kapı aralayan bir mittir mesela. Kürdistanlı kadınlar için de-hatta belki genel olarak kadınlar için de- söylenebilir Zakiyyah Iman’ın bu cümleleri. Öncü kadınlar, biz kadınlara dayatılan mitlerin sınırlarında, o mitlerin vücudumuzda yarattığı ürpertiler ve arzularla, bambaşka mitleri emekle hatırlamış ve bedenleştirmiş kadınlardır. Onlar toplumun belli biçimlerde kurgulanmasını sağlayan egemen bilinçlere, yine toplumun marjinlerde biriktirdiği ancak bilinç üstüne çıkamayan, ismi konulamamış güçlü dalgalarla yüzdüler.
Dünyaların soykırımı
Kadın kırımları ataerkinin kadınları hapsettiği tahayyülsel ve maddi alanlardan göç eden kadınlara yönelir. Kadın öncüler göçle de yetinmez. Göç ettikleri yerlerde, kelimeler, birliktelikler ve iş gücü ile yeni evler inşa eder, o evleri davetkar, ilham verici ve yoldan çıkarıcı kılmaya çaba gösterirler. Nagihan’ın kütüphanesi, Sakine’nin anıları, Leyla’nın hikayeleri, hepsinin birlikte ve ayrı ayrı ettikleri sözler ve eyleyişleri… Oların kurdukları evlerde söylem ve bedenin, siyaset ve öznelliğin, kadınlığın sınırları aşılır; yeni denemeler yapılır. İşte devlet onları öldürürken, buraları da kıyıma uğratmaya, bu tahayyülleri soykırıma tabi tutmaya çalışır. Kadın hareketlerinin indirgenemez çokluğunu, dünyaya salarak harekete geçirdiği duyguların mıknatıssallığını, gökyüzünde çaktırdığı şimşeklerin bulaşıcılığını yok etmek ister. Patricia Douglas’ın da dediği gibi, kadınların hele hele bir siyah kadının, bir Kürdistanlı kadının, bir yerli kadının öldürülüşü, bir kadın cinayeti olmakla beraber ve belki de tam bu yüzden, aynı zamanda bir imkanın, gelecekte olabilecek yeni nesillerin ve dünyaların soykırımıdır. Bizi tutuklamak istedikleri mitlerden farklılaşmanın ve başka mitleri yaratmanın ve harekete geçirmenin, biz kadınlar için yaşamsal bir ihtiyaç olduğu gerçeğini unutturma teşebbüsüdür.
Bize düşen radikal bir insanlık ayaklanması
Bu dünyada insan denen şey erkek, beyaz ve batılı. Bunu her gün hatırlamak, asla unutmamak durumunda bırakıldığımız günlerden geçiyoruz. Kürdistan’da, Filistin’de, Sudan’da, Kongo’da, Karabağ’da, Belucistan’da, Kongo’da, Etiyopya’da, binlerce yıllık insanlık tarihinin hayati dönemeçlerden geçtiği her yerde büyük savaşlar, kırımlar, kadın katliamları yaşıyoruz. Varoluş yok oluşa dönüşüyor, canlar cansızlıkla ikame edilerek sergileniyor, madenler, askeri teknolojiler, erkek bedenlerinin bağıran sesleri, vücutlara adeta protez haline gelmiş tanklar ve makineli tüfeklerle çokluğun hiçe indirgendiği, tarihin yıkımla yer değiştirdiği, mitlerin-oyunların-hikayelerin acı çığlıklarıyla, acı çığlıkların parçalanmış organlarla, yaşam alanlarının çoraklıkla yer değiştirdiği günler yaşıyoruz. Öncü kadınlarımız, katledilen canlarımız, Kürdistan’da ve Zimbabwe’de, Güney Amerika’da ve Asya’da herşey rağmen başka bir insanın olabilirliğini hatırlatıyor. Beyaz ve erkek olmayan, illaki bu görünür ve zafer kazanmış tarihin üretimi olmayan başka insanlıkların. Bu büyük anlam tükenişinde anlam oluyorlar. Bu büyük talanda, ilham verici emek oluyorlar.
Evet bir yıl daha geçti, yine 9 Ocak’tayız. Öncülerimizin ölümlerine cevap olmak kavramını anlamak benim için doğrusu zaman aldı. Belki de bu sene onlara katılan canların gittikçe kalabalıklaştığı, o ilk duyduğumuz anladığımız zamandaki şokun, başımıza tekrar gele gele kanıksandığı bu sene, daha da çok anlıyorum. Bizim üstümüze bugünlerde düşenin radikal bir insanlık ayaklanması olması gerektiğini düşünüyorum bazen. Peki bu insanlığın öznesi eğer beyaz, erkek ve batılı olmayacaksa kim olacak? Sakinelerin, Leylaların, Nagihanların yaratımı olan kadın o insanlığın öznesi olsaydı, dünyanın kurulum kodları nasıl değişirdi? İnsan önce arkadaş olsa, mitoloji olsa, bir fiil olsa? Seven ve esirgeyen olsa? Aile babasından ülke başkanından, medeniyet taşıyıcısından önce… Bunları düşünüyorum.