Mahpushaneler, egemenler açısından gücünü kanıtlama alanıdır. Burada tüm kurallar bu gerçek etrafında inşa edilir. Bir kapatılma mekânı olarak itaati ve teslimiyeti hedefler. İktidar kurmak ve bunu kurumsallaştırmak ister.
Devlet dediğimiz mekanizma, mahpushanelerde beden ve zihne çalışır ve politik mahpusun ruhuna ulaşmayı hedefler. O ruhları keser, biçer, tasarlar, şekillendirir. Buradaki başarı amacı “topluma kazandırma, ıslah etme” adı altında toplumda kendi varlığını kanıtlamaktır. Bir yasa koyucu olarak devlet, bedenini ve zihnini teslim alabildiklerine “var olduklarını” söyler. İşte politik mahpus dediğimiz kişinin tanımı, varlığı da burada belirir.
Kimdir politik mahpus?
Her türlü sindirme politikasının dışında kalan, itiraz eden kişidir. Beden ve zihnini teslim etmeyendir. Bugün yüzlerce mahpushanede devlet ve politik mahpuslar arasında kıyasıya bir “var olmak” mücadelesinin yaşanma sebebi de burada gizlidir. Şüphesiz kadın mahpus olmak da bambaşka bir gerçekliktir. Kadın ve mahpusluk hali, kadının kuşatıldığı bu zincirlere karşı verdiği amansız mücadele, bizi bambaşka alanlarda düşünmeye ve tartışmaya zorluyor. İnsanlık tarihinin beşiği Ortadoğu topraklarında, yani bizlerin yaşam kurduğu kültürü ve dili yarattığı bu topraklarda kadın olmak hem tanrıçalaşmaktır hem de köleleştirilen ilk sınıf, ilk ulus, ilk toplum olmak demektir. Kadınların emeği, aklı ve iradesiyle yeşeren insanlık tarihi erkek egemen aklıyla gasp edilmiş ve kadınlar yaşamın her alanında hapsedilerek bu aşamaya gelmiştir. Bu nedenle bizler için “mahpusluk hali” ve “mahpus edilme” durumu yeni bir olgu değildir.
Mahpushaneler erkek ürünüdür
Mimari, tasarım ve iç işleyişi olarak mahpushaneler erkek aklının ürünüdür ve içerideki tüm uygulamalar da devlet ve onun erk’liği üzerinden inşa edilmiştir. Bu anlamda mahpusta kadın olmak, hele de politik kadın mahpus olmak henüz tam olarak bilince çıkarılmış bir hakikat değil. Çoğunluğunun hükümlü olduğu, 15 bine yakın kadın mahpusun olduğunu akılda tutarak, kadınların cezaevlerinde olma gerekçelerinde, erkek egemen sisteme karşı bir başkaldırının olduğu vurgusunu yapmak gerekiyor.
Mahpusta kadın olmak çalıştayı
İşte bu tespitler, arayış ve sorular karşısında TJA 11 Haziran 2022 yılında İstanbul’da çalıştay yaptı. Mahpusta kadın olmak temalı çalıştaya 70’lerden günümüze mahpushanelerde kalmış kadınlar kendi dönemlerinin hikayelerini anlattılar. O hikayelerden bir kere daha anladık ki, devletin her dönemde mahpuslara uyguladığı yöntemler değişse de özü hiç değişmemiş. Tam da bu tartışmaların bir hafıza pratiğine dönüşerek, ileriye taşınması isteğiyle çalıştay sonrası kitap çalışması ortaya konuldu, ben de kitabın editörlüğünü yaptım. Kitap, Mahpushane Gerçeği, Diyarbakır’da Kadın Mahpus Olmanın Adı Başkaydı ve Mahpushanelerde Hak İhlalleri başlığında çıktı. Biz mahpushane gerçeğini hep erkek mahpuslardan dinlemiştik, kadınlar kendilerini pek anlatmamıştı. Kitap çalışmasında gördük ki kadınlar da bu sürecin bir parçasıydı ve yaşadıkları çok daha ağırdı. Özellikle 1972 yılında yapımına başlanan ve 4 Temmuz 1980’de açılan, 12 Eylül darbesinden sonra askeri yönetime devredilerek Sıkıyönetim Askeri Cezaevi olarak kullanılan Diyarbakır Cezaevini ayrı bir başlıkta yazdık. The Times gazetesine göre “dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi” arasında yer alan Diyarbakır Cezaevi deyince Sakine Cansız’ı anmamak olmaz. Paris’te vahşice katledilmeseydi, eminim o da bu kitapta yazacaktı. Kitaba hem 70’lerden günümüze mahpushanelerde kalan kadınlar yazdı, hem mahpus yakınları yazdı, hem 30 yılını mahpushanede geçirmiş kadınlar yazdı, hem de hala mahpushanede olan kadınlar yazdı. Elbet Türkiye’deki cezaevi gerçeği 70’lerden başlamıyor, 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin en önemli başat sorunlarından biri de cezaevleridir. Bu kitap bu gerçekliğe ışık tutmakta.
Kadınlar özgürlük mücadelesini omuzluyor
Egemen sistem, bugün Türkiye’de özgürlük ve demokrasi mücadelesini asıl olarak kadınların omuzladığını görmekte. Bu nedenle daha fazla kadını hapishaneye kapatmakta, hapsettiği kadın üzerinde daha fazla baskıcı, yıldırıcı politikalara başvurmakta. 1970’li yıllarda, politik tutukluların hakları hareketinin sembolü olan Amerikalı insan hakları savunucusu Angela Y. Davis, “Siyasi tutuklular meselesi bireysel bir mesele değil, topluluk direnişinin derin ve kalıcı bağlarıyla ilgilidir. Hapishaneler, çağdaş özgürlük mücadelelerinin merkezinde yer almaktadır. Her bir siyasi tutuklu, kökleri bir hareketin veya belirli bir topluluğun kolektif tarihine dayanan güçlü bir tanıktır. Bu ise, bir kişinin siyasi tutuklu olarak hapsedilmesinin, devletin faaliyetlerini kendine tehdit olarak gördüğü anlamına geldiği gerçeğine işaret etmektedir. Rejime karşı direniş ve muhalefet, mahkûmun halkı adına devlet tacizinin pasif bir izleyicisi olmayı reddetmesi anlamına gelir” der.
Kadının özgürleşme mücadelesi bir bütündür
Bu sözler, inandıkları yüzünden hapsedilen insanlar ile onları destekleyen dış toplum arasındaki bağlantının ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Bu şekilde hapishane, insanlık dışı olan her şeyin bir tezahürü haline gelirken siyasi tutuklular ise insaniliğin somut tecessümü hâline gelir ki bunu hiçbir despotik sistem kıramaz. Hapishane, kırılmaz bir direnişin, umudun ve özgürlüğün sembolü haline gelir. Gerek hapishanelerdeki kadınlar gerekse de dışarıdaki kadınlar olarak, tıpkı hakikat gibi kadının özgürleşme, iradeleşme mücadelesinin de bütün olduğunu, hepimizi ilgilendirdiğini biliyoruz. Her birimizin mutlaka katacağı bir sözü ve düşüncesi vardır ve bu ekmek kadar, su kadar ihtiyaçtır.
Kadın ulusu olarak, bütün zamanlardan daha fazla, her türlü ayrımcılığı, ötekileştirmeyi aşarak insanlık ulusu olma şansımız olduğuna inanıyoruz.