Teknoloji çağı… İletişimi kolaylaştıran ve hızlandıran, ama ilişkileri eksilten ve tüketen çağ… İşimiz kolaylaştıkça daha kolayını istiyoruz, bir şeylere hızlı ulaştıkça daha hızlı olanı arzuluyoruz. Hepimizin etrafında akıllı telefonlar, bilgisayarlar, tabletler var. Bir tık uzaklığında hayatlar ve gerçeğe dokunmayan paylaşımlar… İşin kötü tarafı günümüzde bu soyutluk henüz küçük yaşlarda başlıyor. Sokaktan, parklardan, kırlardan koptukça mekanikleşen, içine kapanan, insandan ve doğadan ürken bir kuşak yetişiyor. Sokak oyunları yerine evde hazır bekleyen oyunlara koşuyor çocuklar. Öyle ki sokakta oyun oynayan çocukların seslerini özler olduk.
Günümüz sisteminde yetişen çocuklar konuşmaya “bu oda, bu araba, bu tablet, bu telefon benim” diye başlıyor. Her sözün başında “benim” var.
Peki paylaşmayı bilmeyen, hayata bencillikleriyle başlayan bir neslin yetişmesinde bu sistemin ve ailelerin nasıl bir payı var? Suç bu çocuklarda mı, yoksa böyle bir ortamda yetişmesine neden olan yaşamlarımızda mı? Kır yaşamını bilmeyen, doğadan korkan, sokaklardan uzaklaşan çocuklar nasıl bir karakter kazanıyor? Bu çocuklara neler sunuyoruz, bu çocuklar neye ilgi duyuyor, nasıl bir iletişimin içindeler? Çocuklarımız paylaşımcı mı, duyarlı mı, gözlem güçleri nasıl, sevgisini nasıl gösteriyor?
Kır mı, kent mi?
Çocukların dünyasını algılamak, onların ruhuna inebilmek çok yönlü olmayı, hassas olmayı, hoşgörülü olmayı gerektiriyor. Çocukları en iyi anlama yöntemi ise onlarla ortak oyunlar içerisinde yer alarak hareket etmek. Peki kaçımız çocuklarımızla ortak oyunlar oynuyoruz, onların oyunlarına eşlik ediyoruz. Ya da çocuklarımız diğer çocuklarla ne kadar diyalog halinde, onlarla ortaklaşabiliyor mu? Çocuklarımıza aldığımız oyuncaklar tek kişilik mi? Onlara kolektif oyunları mı seçenek olarak sunuyoruz, yoksa tek başına eğleneceği oyunları mı? Çocuklara sokağı, mahalleyi yani toplumsallığı öğretebiliyor muyuz?
Çocuklar 1 yaşına geldiğinde dış dünya ile yoğun ilişki kurmaya başlar. Bu durum 2 yaşında daha da artar. 3-4-5 yaşlarına doğru ise annesi ile kurmuş olduğu ilişkinin içinde artık diğer kişiler de yer alır. Eğer siz kalabalık bir aile içerisinde ya da kır yaşamı içerisinde çocuk büyütüyorsanız, çocuğunuzun oyuncaklara çok da ihtiyacı olmayacaktır. Ailedeki her birey çocukla iletişim halinde olacak, her biriyle ayrı bir ilişki kuracaktır. Kır yaşamında tehlike yoktur, bir çocuğun başına gelebilecek kötü olay ihtimali şehirlere göre çok ama çok azdır. Dolayısıyla çocukların hareket alanı geniştir, çocuk daha özgür ruhludur, oyun alanı kısıtlanmamıştır. Fakat şehirlerdeyseniz öncelikle doğadan kopuksunuzdur. Bir yığın insan içerisinde hareket alanı sınırlıdır. Metropollerin yozlaşan yaşamları binbir tehlikeyi birlikte getirir. Her an çocuğunuzun başına bir şeyler gelebileceği korkusunu yaşarsınız. Bu korku nedeniyle onu korumaya çalışacak ve sokaklara daha az inmesine izin vereceksiniz. Sokaklardan kopuk olan, başka çocuklarla iletişimi sınırlanan çocuklar dolayısıyla daha içe kapanık olacak, sosyalleşme sorunları yaşayacaktır. Böyle bir ortamda yetişen çocuklar paylaşımdan, ortaklıktan, empatiden mahrum kalacaklardır. Paylaşım sevgiyi güçlendiren, empati ise duyguları büyüten bir gerçekliğe sahiptir. Buradan yola çıkarak bakacak olursak; köyde büyüyen çocuğun kendine ve insanlara olan güveni, sevgi anlayışı, paylaşımı daha köklü olacaktır. Şehirde tek büyüyen çocuklar ise daha çok oyuncaklarla bu dönemi geçireceklerdir. Köydeki çocuklar kadar avantaj sahibi olmayacaklardır.
Renkleri ve sesleri birebir tanımak
Keza büyüme ve çevreye daha fazla karışma yaşında olan çocuklar arasında kır ve kent yaşamına göre farklar vardır. Kırda yetişen çocuk doğayı birebir kendisi tanır, renkleri kendisi ayrıştırır, onlara dokunur. Bu nedenle tanıma süreci daha somuttur. Fakat kentte bu yaşlarda büyüyen bir çocuk bu dönemi bir kağıda değişik hayvan, bitki, eşya resimleri yapıştırarak öğrenir. Biri doğal yaşamın içerisinde her şeyi öğrenirken diğeri fotoğraflarla yol alacaktır.
Kır yaşamında çocuklar, ormanın, hayvanların, suyun sesine birebir kulak verir, fakat şehirde büyüyen çocuklara taklitlerle bu sesler anlatılır.
Paylaşmak çocukların öğrenmesi gereken en önemli davranışlardan biridir. Köyde büyüyen çocuklar bu süreci doğal olarak öğrenirler. Ancak şehirde büyüyen çocuklara paylaşımı birebir öğretmek gerekiyor. İşte çocuğunuzu yanımıza oturtarak yediğiniz şeylerin bir parçasını koparıp ona uzatmanız gerekiyor. Bunu yaparken de “biri sana biri bana” demeniz gerekiyor ki çocuğunuz paylaşımı öğrenebilsin.
Kırdaki çocuklar daha yaratıcı
Çocuğun gelişimi için hayal gücüne dayalı oyunlar çok önemlidir. Kır-köy yaşamında çocuklar bu dönemi çamur, kum, tahta, su, taş vb. şeyler uğraşarak geçirir ve diğer çocuklarla ortak hareket ederler. Bu dönem ve sonrası çocuğa sunulan oyuncakların doğal malzemeler olması hem yaratıcılığını arttıracak hem de kendini ifade etmesine daha fazla fırsat verecektir.
6-7-8 yaş dönemleri aynı zamanda çocukların sosyalleşme sürecidir. Dolayısıyla bu süreci kırda büyüyen çocuklar rahat geçirirken, şehirdeki çocukların sık sık park ve sosyal mekanlara götürülmesi önem arz etmektedir. İletişim kanallarını arttırmak çocuğun gelecekteki hayatını belirleyecektir.
Kır yaşamında büyüyen çocuklar 6-7-8 yaşlarında saklambaç, top, seksek, bilye, ortada sıçan, birdirbir vb. oyunlar oynarlar. Bu oyunların hepsi de toplu oyunlardır. Hiç biri tek başına oynanmaz. Köydeki çocuklar saatlerce dışarda kalırlar, acıktıkları zaman gelir birşeyler atıştırır, tekrar koşarak arkadaşlarının yanına giderler. Yatacakları zaman ev gelirler. Kimse de telaşa kapılmaz, merak etmezler, bilirler ki arkadaşlarıyla birlikte oyun oynamaktadırlar. Sıkılmazlar, gün akşama evrildiğinde hayıflanırlar. Sabahı iple çekerler… Doğadaki sesleri taklit eder ve müziğe ilgi duymaya başlarlar. Tahtalarla müzik aletleri yapmaya çalışırlar. Taştan, topraktan ev yaparlar… İşte tüm bunlar çocuğun yaratıcılığını, pratik zekasını, becerilerini geliştiren uğraşlardır. Kır ve kent çocukları arasındaki en belirgin özellik budur.
Kentte çocuklar güvenmemeyi öğreniyor
Şehirdeki çocuklar 6-7-8 yaş dönemlerini sıkıntılı geçirirler. Anne-babalar çoğu zaman nasıl davrancaklarını bilemezler. Çocuklar erken sıkılır, pes ederler. Kolektif yaşam şehirleri terk-i diyar eylemiştir. Çocuklar bir pencereden yaşama bakarlar. Bir şey ya kendilerindir ya da değildir. Paylaşmazlar, ortak oyun alanları yok denilecek kadar azdır. Evden okula, okuldan eve tek düze bir yaşama mahkumdurlar. Televizyon onların bir parçası olmuştur, oyuncaklar ise odalara sığmaz. Ama yine de çocuklar daha da fazlasını alabilmek için yarış halindedirler. Bazen ne istediklerini bilemezler, bazen ise her şeyi olmasına rağmen mutlu değildir. “Anne ben çok sıkıldım bu oyundan” cümlesini sık sık tekrar ederler. Kapalı kapılar ardında büyüyen çocuklar hep korku ve endişe ile büyürler. Çocuklara tanımadıkları kişilerden bir şey almamaları, onlarla konuşmamaları gerektiği nasihat edilir. Çünkü şehir yaşamı tehlikelerle doludur. Yani çocuk ilk adımda güvenmemeyi, kuşku duymayı öğrenir. Bu da doğal olarak ürkek bir ruh hali yaratır.
Şehirlerde yaşamak zorunda olan aileler çocukların gelişimi için bu dönemde daha çok keşfetmeye yönelik oyunları tercih etmelidir. Yine piyano, mızıka, gitar ve kuklalar gibi dil gelişimine katkısı olan oyunlar tercih edilebilir. Sayı eşleme oyunları, domino gibi çocukları aritmatiğe hazırlayan oyunlara sevk edebilirler. Çocuklar top oynama, seksek, dama, minyatür arabalar, saklambaç gibi toplumsal gelişim ve işbirliği ile ilgili oyunlara merak duyarlar. Maketler, yapboz oyunları algısal ve bilişsel becerilerin gelişmesini sağlayan oyunlar da tercih edilebilinir. Parmak boyası, kağıt hamuru, karakalem, suluboya, pastel boyalarla resim yapma, oyun hamurları, sessiz sinema gibi çocuklarda yaratıcı ve estetik duygusunu geliştiren oyun ve oyuncakları anne-babalar tercih edebilirler.