Suyu, toprağı ve yaşamı zehirleyenler

- Rabia TAMER
567 views

Erkeğin kadın üzerindeki egemenliği ile insanın doğa üzerindeki egemenliği arasında bir bağlantı vardır. Doğanın sömürülmesi insan merkezciliğinden, kadının sömürülmesi erkek merkezcilikten kaynaklanır. Ve bu paralel ilerler. Tarihsel-toplumsal tüm yönleriyle incelense anlaşılacak ki doğaya hükmetmekle kadına hükmetmek eşdeğer görülmüş ve her ikisinden de korkulmuştur. Çünkü iktidarlar meşruiyetlerini ve devamlılıklarını kadın ve doğa üzerindeki işgal ve sömürülerini arttırarak sürdürebilmişlerdir.

Genelde bu durumun aydınlanma dönemi diye adlandırılan endüstriyel devrimle başlandığı söylenir. Tam tersine bu dönem; bu tahakkümün ayyuka çıktığı dönemdir, yoksa başlangıcını neolitik toplumlara kadar götürebiliriz. Mitoloji ve dini kaynaklar bunu desteklemektedir.

İlk toplumlarda klan tarzı örgütlenmede kadın başat rol oynamaktadır. Kadın etrafında toplumsallaşma meydana gelmiş ve ‘ana ocağı’ kurulmuştur. Kadın toprağı eken, biçen, üreten, ekonomiyi oluşturan, doğuran, besleyen; kısacası yaşamı örgütleyendir. Kadın, doğayı dikkatlice gözlemlemiş, sezgisiyle doğayla bağını güçlendirmiş ve özdeşleşmiştir. ‘Doğa Ana, Toprak Ana’ tabirleri ilk çağ ve toplumlardan günümüze kadar kadın ve doğanın müthiş birlikteliğinin en sağlam göstergelerindendir. Şifacılık ve büyücülük kadının doğayla ilişkisinden doğan kadim, köklü mesleklerdir. Analitik aklın (eril/pozitivist akıl) bir türlü anlayamadığı bu durum ‘gizem’ şeklinde tasvir edilmiştir. Ormanın gizemi veya kadının gizemi aynı çağrışımı yapmaktadır bu akla.

‘Ait olma’nın yerini ‘sahip olma’ aldı

Neolitik dönem ana kadın çağıdır. Bu dönemde dildeki dişil öğelerin çokluğu, mitolojide kadının,tanrıçaların çokluğu ve ilk heykellerin, kent koruyucularının kadın oluşu bunu göstermektedir. Kadın ve doğanın doğurganlığı, üretimi, şefkati, besleyiciliği, korumacılığı, yaşamdaki büyük yeri hatta yaşam sebebi oluşu kadını ve doğayı kutsallaştırmıştır. Aslında aynı görmüştür.

Neolitiğin ortalarına doğru erkeğin/erkekçiliğin güçlenmesiyle artık erkek ve kadının rolleri değişmeye başlar. Eş yaşam, doğal yaşam yerini erkek iktidarcı, hiyerarşik, sınıflı bir yapıya bırakır. Bu zihniyet ‘ait olma’ bilincini yerle bir ederek ‘sahip olma’ bilincini yerleştirir. Artık doğanın sahibi, efendisi olan erkek; kadının da sahibi ve efendisidir. Her ikisi de kendisi için yaratılmışlardır ve kendisine hizmet etmekle mükelleftirler. Doğayı istediği gibi biçimlendirecek, yağmalayacak, dönüştürecektir. Kadını da istediği şekilde kullanacak ve sömürecektir. Doğayı  kendi hırs ve menfaatleri için katlederken, kadına yönelik her türlü şiddeti, tecavüzü ve kıyımı meşrulaştırmıştır. Suyu, havayı ve toprağı zehirleyen bu zihniyet; kadının kişiliğini yok etmiş, nesneleştirmiş, bedenini sömürmüş, ‘anne, sevgili, bacı, namus’ gibi kalıplara hapsederek varlığına ve özüne düşman kesilmiştir.

Doğayı, tecavüz edilmesi gereken bir kadın gibi gören bilimciler…

Örneğin modern bilimin atası, ‘endüstriyel bilim’ kavramının fikir babası Bacon için doğa ‘doğa ana’ değil, saldırgan bir eril zihnin istila ettiği dişi bir doğadır. Onun zihniyeti doğayı tecavüz edilmesi gereken kadın gibi görmüştür /görmektedir.

17. yüzyılda Henry Vaughan isimli bir şairin dizeleri dönemin kadına da doğaya da bakışını net bir şekilde özetliyor:

“Teslim aldım doğayı, yarıp geçtim her yerini.

Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini

Rahmini, göğüslerini ve başını

Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini parçalayıp açtım.”

Mesela Bacon, kanun hükmüyle ağaçların ve çiçeklerin mevsimlerden önce veya sonra açmasını, doğal durumlarından daha hızlı ve daha fazla yetişip ürün vermesini, hatta meyvelerin doğalından daha iri, farklı tat, koku, renk ve şekillerde olmasını sağlamayı bir ütopyanın gerçekleşmesi olarak görmüş buna ve buna ‘bilimsel devrim’ demiştir.

Doğacı filozoflar bilimsel uğraşıyı esas olarak yaratıcı anaç niteliğinden arındırılmış dişil bir doğanın ele geçirilip teslim alınmasını ‘bekâretinin bozulması’ olarak görmüşlerdir. Onlara göre doğa, erkeksi etkinliği edilgen bir biçimde karşılamaya hazır kadın gibidir. Bacon’un deyişiyle yeni bilim yalnızca ‘doğanın kendi gidisine nazikçe yön verecek bir rehberlik’ etmekle kalmayacak onu fethedip dize getirecek hatta temellerine kadar sarsacaktı.

Bilim ideolojisi bir taraftan doğanın çıplaklaştırılmasını onaylarken, bir taraftan da erkeğin otoritesi altında kadının bağımlılığını da meşrulaştırmıştır. Bilim ve erkeklik, doğa ve kadınlık üzerinde kurulan tahakkümle özdeşleştirilmiş, bilim ideolojisi ile toplumsal cinsiyet ideolojisi birbirini karşılıklı perçinlemiştir.

Doğa ve kadına saldırı yaşama saldırıdır

Kapitalist patriarkal sistem tarafından kadın ve doğa tahakküm altına alınmıştır. İlk toplumlarda görülen kadının ve doğanın uyumlu birlikteliği ve barışçıl yaşam; sınıflı, hiyerarşik ve erkekçi sistemin pençesinde darmadağın edilmiştir. Bu yüzden kadının mücadelesi ekolojik mücadeleden ayrı tutulamaz. Biri olmadan diğeri özgürleşemez. Çünkü  bir nehre, bir ağaca, bir hayvana saldırı; yaşama saldırıdır, dolayısıyla kadına saldırıdır.

Ormanların yakılması, nehirlerin HES’lerle işgali, tarım arazilerinin, bahçelerin arsalaşması, GDO’lu gıdalar, betonlaşma, katırların öldürülmesi, kadına şiddet, tecavüz, ucuz iş gücü oluşu,  annelik ve ev hanımlığına hapsedilişi birbirinden ayrı şeyler değildir. Hedef yaşamdır.

IŞİD vahşeti önce sulara ve kadınlara yöneldi

Bir savaş durumunda öncelik yaşam kaynaklarıdır ve bunlara saldırılır. Coğrafyamızda  yaşanan IŞİD vahşetinin de hedefi hem sular hem kadınlardır. Her ikisi de yaşamın kaynağıdır çünkü. Musul’a girer girmez, barajları işgal etmesi ve insanları susuz bırakarak kendisine mahkum etmesi de, kadınları kaçırıp cariyeleştirerek köle pazarlarında satması, tecavüz etmesi de aynı amaç içindir. Yaşama saldırı! Yaşama düşman olanlar; her zaman ve her mekanda aynı taktikleri uygulamışlardır/uyguluyorlar.

Ekoloji mücadelesi kadın mücadelesiyle eşit yürütülmedikçe, doğayla, erkekle, kadınla, özgür/eş yaşam kurulamaz. Ve hiçbir mücadele kadın ve doğa mücadelesinin önüne geçirilemez. Erkek egemen zihniyetin veya Kapitalist Modernite’nin kendilerini üzerinde inşa ettikleri iki önemli sac ayağı doğanın ve kadının sömürüsüdür. O halde doğru mücadele ve eylem bu sömürünün sona erdirilmesi ve bu zihniyetin kalıntısını bırakmayacak şekilde yok etmektir.