Tecavüz kültürüne karşı kadın rönesansı

- Zozan SİMA
111 views
Güzelin, iyinin, doğrunun farkına varmak için yeterince çirkinlik, kötülük ve yalana tanık olduğumuz zamanlardayız. Yanı başımızda katliamlar yaşanırken özgür yaşamı inşa etmek, umudu büyütmek ve bu topraklarda savaş ve çatışmanın sona ermesi için çabalıyoruz. Hainin, saygısızın, emeksizin, lafazanın tüm hakaretlerine göğüs gererek, üzerimize yağan bombaların altında direnişi, öz savunmayı örgütlüyoruz.

Zor zamanlar çelik gibi iradeyi, keskin bilinci, duygu derinliğini gerekli kılıyor. Hiçbir yeniden doğuş güllük gülistanlık zeminde gerçekleşmemiştir. Ne manevi  ne de fiziksel anlamda sancı çekilmeden eşikler atlanır, doğuşlar gerçekleşir. İçinden geçtiğimiz günler özelde de özgürlük için mücadele eden kadınlar için, tam da bu sancıları en yoğun yaşadığımız zamanlar. Değişimlerin hızlandığı, belirsizliklerin suları bulandırdığı ve sistem savaşlarının zirveye ulaştığı tarihsel eşikteyiz. Yeni sistemlerin oluşum sürecinde kadınlar adına büyük kazanmak ya da elimizdeki tüm kazanımları kaybetme riski ile örülü bir atmosferde mücadele yürütüyoruz. Topraklarımızda kadın kırımı karşısında kadın devrimini, tecavüz kültürü karşısında kadın rönesansını gerçekleştirme sorumluluğu ile yükümlüyüz. Yükümüz ağır, yolumuz çetrefilli. Fakat donanımsız değiliz. İdeolojik bilince, örgütsel tecrübeye, kader tayin edici süreçlerde söz ve karar sahibi olabileceğimiz temsiliyete ve mekanizmalara sahibiz. Yapılması gereken; bunların gücüyle özgürlük sanatı olan politikayı ve eylemi daha etkili kılabilmek.

Sürecin dinamosu

Rêber Apo Kürdistan kadın özgürlük hareketinin çetin sınavlardan geçerek ayakta kalmayı başarmış deneyimini sürecin dinamosu olarak değerlendiriyor. Yaşamın en görkemli ve güzel halinin yaşandığı Mezopotamya topraklarında, kadın ve yaşam kavramlarına yüklenen anlamların güncellenme imkanına vurgu yapıyor. Bu yaşam günümüzde demokratik komünalist, sosyalist ve ekolojik yaşam olarak kavramlaştırdığımız, modern çağın ütopyaları, mücadele hedefi olan toplumsallığın kök hücresiydi. Toplumsallaşmayı sağlayan gelişmelerin öncülüğünü yapan kadınlar kutsallığın kaynağı görülmüşlerdi. Semitik dillerde kutsal kelimesinin kökeni ekmek, bereket iken; Aryen dillerinde güneşle bağlantılıdır. Latince ve Avrupa dillerinde kullanılan kutsal kavramının (holy, sacer) sağlamlık, sağlıklı olma hali ve öğütmeye, un yapmaya en uygun tohumları, et için kesmeye uygun hayvanları seçmeyi ifade eden bir kökten türemesi durumu vardır. Bereketin, ekmeğin, güneşin sahibinin kutsanması en eski tanrıça inançlarına ışık tutar. Bereket kavramını kadının üreme, anne olma yeteneği ile sınırlamak egemen erkek bakışının yarattığı dar bir algıdır. Bunu da içermekle birlikte esasta zeka, deneyim, ustalıklı ve incelikli çalışma olmasa ne bir tarla ne bir bahçe ne de bir hayvan sürüsünden bereket elde etme imkanı olmayacağı açıktır. Bereket tanrıçaları mühendis titizliği ve hesapçılığı, sanatçı duyarlılığı ve yaratıcılığı ile işe koyulmuş, işleri örgütlemiş kadınların gücünün toplamıdır. İnsanları iyileştiren ilaçları yapmış otacıların, şifacıların başarılarıdır. Rêber Apo bunu şu sözlerle anlatır: “Ben bu tanrıça kültüründen bahsederken kadının o çağlardaki sosyal konumundan bahsediyorum, kendini nasıl koruduğundan bahsediyorum…[1] Ben daha önce de tanrıçalaşma demiştim. Bu da kendini tanımak demektir. Kendini tanımak da bilgelik, yetkinlik, kavramaktan geçer. Kadınlar önce tarihi bilsinler, kendi tarihlerini öğrensinler, Neolitik tarihi bilsinler, sosyolojiyi, ekonomiyi, felsefeyi bilsinler, böylece kendilerini tanırlar.. Kendinizi tanıdığınız oranda tanrıçalaşırsınız.” [2]

Anaerk yerine kadına dayalı toplumsallık

Tanrıçalık inancı, kültürü, kavramı kendimize yarattığımız bir geçmiş altın çağ ya da bir kadın tapımı süreci değildir. Erkeğin egemenlikçi sisteminin kadın versiyonu olan bir kadın iktidarı dönemi de değildir. Bu açıdan ataerkillikle benzerlik kuran anaerkil kavramı bu sistemi tam olarak ifade etmemektedir. Kavramsal düzeltme yaparak “kadın etrafında şekillenen yaşam, anasoylu, ana-kadına dayalı toplumsallık, tanrıçalık çağı” gibi tanımlamalar daha yerinde ifadeler olacaktır. Bu dönemde kadın-erkek ilişkileri nasıldı, sorusunu cevaplandırmak, araştırmak da önem taşıyan bir başka konudur. Esasta bu konuda da oldukça fazlasıyla arkeolojik kalıntı, mitolojik anlatım, antropolojik veri vardır. Fakat bunlar eş yaşam bağlamında, cinsiyetçiliğin, ataerkil ailenin kurumlaşması sürecinin anlaşılması doğrultusunda yeterince yorumlanmamıştır. 1970’li yıllara kadar daha ilgiyle araştırılan, önemli kaynaklara ulaşılan bir yaklaşım hakimken daha sonra bilim üzerindeki sermaye ve iktidar tekeli bu araştırmaları itibarsızlaştırmıştır. Hatta daha sonraki süreçlerde üniversitelerde ders konusu olmaktan çıkarılarak akademik zeminlerde yok sayma özel erkek-devlet politikası olarak geliştirilir. Günümüzde de yürürlükte olan bu politika ile tarihi tahrif etme, tersine çevirme, karanlıkta bırakma daimileşir.
Erkekler tanrıçanın hayırlı evlatları, kardeşi, sevgilisi rolü ile katılmışlardır bu ortak yaşama. Bir kraliçeye ya da tanrıçanın rahibesine boyun eğmek, biat etmek gibi değil bereketin kaynağına duyulan saygı ile ilişkilenmişlerdir. Ana-oğul ya da sevgiliye duyulan karşılıksız sevgi ile bağlanmışlardır kadın değerlerine. Bugün anlamakta, hayal etmekte güçlük çekeceğimiz bu ilişki biçimi binlerce yıl boyunca sürmüştür. Bu yaşamın izlerini ve kalıntılarını, ancak cinsiyetçiliği aşmış bilimin, yeni paradigmanın bakış açısı ile görebiliriz.

Nedir tecavüz kültürü?

Rêber Apo’nun kadınlara gönderdiği mesajda dikkat çektiği bir konu da tecavüz kültürüdür. Tecavüz gibi ürkütücü bir olguyu “kültür” kavramı ile bir arada kullanmaya temkinli yaklaşanlar da var. Bu konuyu açımlama ve tartışmaya ihtiyaç olduğu görülüyor. Tecavüz nedir? Kültür nedir? Tecavüz kültürü dediğimiz gerçeklik nasıl bir tarihsel, kültürel zemine dayanıyor üzerinde daha yoğun tartışmak gerekiyor.  Arapça bir kavram olan tecavüz esasta “sınırların aşılması” anlamına geliyor. Kürtçe’de “dest dirêjî” bir şeye el uzatmak, çalmaya çalışmakla bağlantılı bir anlama geliyor. Türkçe’de ise kavramın Arapça anlamı dönüşüme uğrayarak cinsel saldırı anlamında kullanılıyor. Cinsel saldırı anlamındaki tecavüz çok boyutlu bir kişilik yıkım biçimidir. Savaş ve saldırılarda bir silah gibi kullanılması, irade kırma temelinde özel uygulanması bundan kaynaklanır. Günümüzde anlamı, işlevi çokça tahribata uğramış olsa da cinsellik tarihin çok uzun bir dönemi boyunca kutsal sayılan bir ilişki biçimiydi. Cinselliğin kutsallığını anlamakta güçlük çekecek kadar metalaştırıldığı, en etkili uyuşturucu olarak kullanıldığı bir çağdayız. En eski tarihsel metinlerde cinsellik için kullanılan kavramın “bilmek, tanımak” ile ilişkili olması oldukça anlamlıdır. Tevrat’ta ve Sümer tabletlerinde “adam kadını bildi, tanıdı ya da kadın adamı tanıdı, bildi” gibi ifadelerle dile gelir. Bu en yakın temas, ancak iki kişiliğin, kimliğin birbirinin kişiliğini kabul etmesi ile gerçekleşirdi. Tecavüz dediğimiz olgu ise bir kimlik ve kişilik yıkım biçimidir. Bedenin nesneleşmesi, varlığın yok edilmesi sürecidir. Tecavüz kültürü denilen olgu en zalimane, en egemenlikçi uygulamaların toplumun davranış, düşünüş, yaşam biçimine sirayet etmesidir.
Binlerce yıl boyunca kadın-erkek arasındaki ilişkiler bu eksende şekillenmiştir. Tecavüz kültürü; her kadını erkeğin saldırabileceği, küçük düşürebileceği, korkutabileceği, sindirebileceği, alay edebileceği, emeğini ve bedenini sömürebileceği, dövebileceği, sövebileceği ve en sonunda kaygısızca öldürebileceği konumda tutan toplumsal inşadır. Anlamlar, değerler, bir davranışın ardındaki niyetler, yaşayış ve düşünüş biçimlerinin ilişkilere, sanata, edebiyata ve kişiliğe yansıma biçimlerinin tümünü kültür bağlamında ele alabiliriz. Kültür dediğimiz gerçeklik toplumsal inşa olduğuna göre binlerce yıldır kötü bir inşa biçiminin kadın-erkek ilişkilerine, değer yargılarımıza, sanata ve edebiyata yansıdığından bahsedebiliriz. Bu inşa sürekli biçimde katiller, sapıklar, caniler, tacizci ve tecavüzcüler üreten bir fabrika gibi işlemektedir. Bizler, ancak onun çok şiddetli, görünür, sarsıcı olanlarına tanık oluyor, onların hesabını sormaya çabalıyoruz. Tecavüz kültürü altında kadınların öldürülmesi, şiddete uğraması değil, uğramaması istisnaidir.
Mimar Ece Güler, patronun kendisine uyguladığı mobbing karşısında bir ormanın derinliklerinde soğuktan öldü. Narin Güran’ın neden öldüğü aydınlatılmadı. Gülistan Doku’nun cenazesi dahi bulunmadı. İpek Er’in intiharına yol açan katile hakaret edenler ceza alırken, o elini kolunu sallayarak dolaşabiliyorsa bu, tecavüz kültürünün yarattığı zeminden kaynaklanır. Devletin hukuk, polis, yargı, askerleri, paramiliter güçleri, kolladıkları çıkar çevreleri, dinle meşrulaştırılan yasak ve günahlar, namus tanımı üzerinden dinin, devletin, egemen erkeğin ortak ittifakı tecavüz kültürünü günlük olarak üretirken bu olayların gerisindeki sistemi tarihsel-sosyolojik olarak çözümlemek tecavüz kültürünü çözümlemek ve karşısında mücadele araç ve yöntemlerini geliştirmekle olur.

Kadın rönesansı ile Ortadoğu rönesansına öncülük

En derin acıların, en büyük trajedilerin odağındakilerin ondan çıkışı gerçekleştirmesi tarihin biçtiği yazgı gibidir. Çünkü acı dönüştürücüdür. Tarihteki büyük acı ve trajedilerin yeni başlangıçlara ve doğuşlara yol açışı, o acının kaynağını anlama ve çözüm bulma çabasındandır. Acılar kolektif olsa da, ona yüklenen anlam ve çözüm çabası çoğunlukla belli önder kişiler şahsında ifadeye kavuşur. İnzivaya çekilerek, yüksek dağlara çıkarak, bir mağarada günlerce kalarak, ormanların derinliklerinde doğa ile buluşarak ve zindanlarda mayalanmıştır tarihin zihniyet devrimleri. İçe kapanarak, tüm bildiklerini yaşam deneyiminin süzgecinden defalarca geçirerek sağlanan yoğunlaşma yeniden doğuşlara vesile olmuştur.
Rêber Apo’nun bahsettiği “kadın rönesansı” tam da tecavüz kültürünün yoğunlaşmış saldırıları altında olduğumuz zamanlarda dile geliyor. Avrupa’da Rönesans’ın başladığı zamanlar da bugünkü gibi savaş, yoksulluk, etnik ve dini soykırımların, kadınlara dönük cadı avlarının yaşandığı bir süreçte ortaya çıktı. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans’ın öncüleri Doğu’nun kültürel kaynakları, felsefe, bilim ve sanatı ile çıkış yapmıştı. Temel sloganları “ad fontes” yani “kaynaklara doğru” idi. Aydınlık gelecek, yeniden doğuş kaynaklardan beslenerek gerçekleşti. kadın rönesansı da yüzünü kaynağa dönerek bilimde, sanatta, dinde, ekonomi ve siyasette kadın özgürlüğüne dayalı değerleri güncelleyerek toplumsal sisteme kavuşturmak anlamına geliyor. O kaynağın tam kalbindeki bir coğrafyada, iki sistemin kıran kırana çatışma sahasında kadın rönesansı ile yarım kalan Ortadoğu rönesansına öncülük etmek tarihsel sorumluluğumuz.

 

[1] Rêber Apo’nun 16 Haziran 2010 Tarihli Görüşme Notlarından.

[2] Rêber Apo’nun 4 Şubat 2009 Tarihli Görüşme Notlarından.